Ünlü edebiyatçılarımızdan Necip Fâzıl Kısakürek, Türkiye’nin sorunları üzerine yaptığı bir değerlendirmede “Sözde münevver, sarsak ve pinpon politikacılar elinde, ta can evinden vuruldu.” der. Gerçekten de bugün Türkiye’mizin içinde bulunduğu durumun başlıca müsebbibi Türk aydınıdır. Halka göre hareket edecekleri yerde, halka rağmen hareket eden aydınlarımız Türk aydınlanmasını (rönesans) ta başından baltalamışlardır.

“Tarih tekerrürden ibarettir.” diyorlar ya… Yapılan hatalardan ders alınsa idi tekrar (tekerrür) eder miydi acaba? Onlarca yıldır, lastik ayakkabı ile sekiz köşeli kasket arasına mahkûm edilen köylülerin; susuz, elektriksiz günlerin üzerine bir de çöp kokusu çekmeye mecbur bırakılan şehirlilerin; her iktidar değişikliğinde bir hamuda kalkmadıkları kalan memurların; işten atılma korkusu ile yüreklerinin yağı eriyen işçilerin çektikleri sıkıntılarda aydınlarımızın hiç mi suçu yoktu? Yahut kıytırık otellerin kapısına kadar uçak pistlerini andıran yollar yapan zihniyetin, bırakın köy yollarını; ilçeleri birbirine bağlayan yollara bile aynı duyarlılığı göstermemesinin açıklamasını nasıl yapacaksınız?

Tarihi süreçte, Türkiye’nin sorunu bir aydın ve aydınlanma sorunudur. Bu sorunun başkahramanları da Türk yöneticileridir hâliyle. İlk defa Kanunî Sultan Süleyman ile başlayan, şeyhülislâmların padişah tarafından atanması -kanaatimizce- binlerce yıllık tarihimizdeki kırılma noktalarından biridir. Neden derseniz, sarhoş kafayla devlet yönetmeye kalkan Yıldırım Beyazıt Han’a “Yaptırdığınız cami güzel ama yanında meyhanesi eksik!.” diyebilen şeyhülislâmlar bu tarihten sonra bir daha çıkmamış, çıkamamıştır. Kurultay geleneğinin, Aksakallar olgusunun, “Mağrur olma Padişahım, senden büyük Allah var!” düsturunun rafa kaldırılması, cemiyet (toplum) hayatımızı hallaç pamuğu gibi atan başlıca etkenlerdendir hiç kuşkusuz. Bu durum ise bir kısım yöneticilerimizin zamanla soytarılığa, yalakalığa meyletmesine neden olmuştur. Zira bir insanın kalbinden Allah sevgisini aldığınızda, o insanın kişilik temellerini de alt üst etmiş olursunuz. Dikkat buyurun, Allah korkusu demiyoruz. Çünkü korku söz konusu olduğunda ikiyüzlülük (riyakârlık)  de işin içine girecek ve insanın pusulası hepten şaşacaktır. Şeyhülislamların (devamla diyanet işleri başkanlarının) devlet tarafından atanmasının olumlu taraflarının olduğunun da, devletin dinler ve kültürler karşısında eşit mesafede olmasının, cumhuriyet dönemiyle anlam bulan laik, demokratik, hukuk devleti temelinde bir düzenin “olmazsa olmaz”larından olduğunun da farkındayız bu arada. Türk devlet felsefesi, geleneği ve onca yaşanmışlıklar bu uygulamayı zorunlu kılmaktadır çünkü. Bununla birlikte diyanet işleri başkanı atamalarının tek adam eliyle değil; TBMM tarafından yapılmasının daha doğru; İslâm’ın ve demokrasinin özüne daha uygun olduğu görüşünü taşıyoruz. Peki ya Hıristiyan ve Yahudi cemaatlerinin dinî önderlerinin ataması?!. Devletin, her bir yurttaşına eşit mesafede durması ve adil olarak iş görmesi gerekmiyor mu?

Bugün Türkiye’de -aydın ve aydınlanma sorununa bağlı olarak- neredeyse üç asırdır süren bir yönetim sorunu olduğu tarihî bir vakadır. Zaman zaman umut verici gelişmeler, dönemler olmuş olsa da bunlar kısa dönemlerle daha doğrusu kişilerin hayatta ve/veya iktidarda kalma süreleriyle sınırlı kalmıştır. Son Peygamberin “Makamlar insanlara şeref vermezler, insanlar makamlara şeref getirirler.” sözü kulak ardı edilmiş ve üç asırdır Türk toplum hayatı bir kargaşanın (keşmekeş, kaos) içinde debelenip durmuştur. Bu ifadeyi abartılı bulanınız olabilir. Ama takdir edersiniz ki, düne dair pişmanlıkların, yarına dair endişelerin kıskacında bir ömür ancak ve ancak buhrandır. Depik (football) takımları ve manken oynaşmalarının (flört), devlet meselelerinden daha çok konuşulduğu bir ülkede iyi günlere kaldığımızı kim söyleyebilir ki?

Neredeyse üç asırdır süren ve doğrusunu söylemek (tabir-i caiz) gerekirse, kangrene dönüşmüş bir meselenin bir anda çözüme kavuşturulması da mümkün değildir elbette. Ama bir yerlerden başlama zamanının geldiği hatta geçmekte olduğu da apaçık ortadadır. Bu noktada -meselenin tespiti önemli olmakla birlikte- hayatî önem taşıyan davranış çözüm önerileri getirmek olacaktır. Hâl böyle olunca, meselenin çözümüne çare olabilecek birkaç öneri ortaya koymak farz olmaktadır. Nedir bu öneriler? Öncelikle Türkiye’nin eğitim sistemi ele alınmalı, bilgili, bilinçli, nitelikli bireylerin yetişmesi sağlanmalıdır. Zira son yıllardaki çabalar olumlu olmakla birlikte, kısmen amacına ulaştığı görülmektedir. Bir diğer husus, demokrasi kültürümüzdeki aksaklıkların, çelişkilerin bir an önce giderilmesine yönelik düzenlemelerin ivedilikle yapılmasıdır. Söz gelimi muhtarlık seçimlerinde uygulanan saf ve duru demokrasinin, milletvekilliği seçimleri söz konusu olduğunda rafa kaldırılmasının mantıklı bir açıklaması (izah) yoktur. Varsa bile, tuzak kuramlarını (komplo teorisi) akıllara getiren açıklamalar olarak kalacaktır. Bir diğer husus da, atanmışlar lehine olan denge daha doğrusu dengesizlik; seçilmişler lehine düzeltilmelidir. Böylece demokratik yönetimde oluşan zafiyetler de ortadan kalkacaktır. Nasıl ki, 1920’lerde vatanın kurtulması için “milletin azim ve kararı”na başvurulmuşsa; yönetim sorununun halledilmesinde de, milletin sağduyusu yeterli olacaktır. Kısacası bir rektör, çalıştığı evrenkent (univercity) bünyesinde; bir başhekim, hastane çalışanlarınca; bir milletvekili, kendi seçim bölgesindeki seçmenlerce seçilmediği müddetçe yönetim sorunumuzun hallolması mümkün değildir. Meselenin çözümü için, daha başka çözüm önerileri de getirilebilir.

Türk tarihinin ilk devirlerine yönelik araştırmalarda obaların, oymakların (aşiret) birleşip hanları; hanların birleşip, hakanları seçtiğine dair bilgilere erişilmiştir. Hatta bu yöntem, Osman Gazi’nin, Kayı Beyi olmasıyla sonuçlanan süreçte bile gözlemlenir. Yine İslâm tarihinde, Hz. Muhammed’in (Allah’ın selâmı üzerine olsun.), müminlerin iradelerine etki etmemek gayesiyle, yerine bir vekil (halef) tayin etmeden sonsuzluğa yürümesinin ardından yaşanan süreçte, sahabelerin kendi aralarında halife seçme yoluna gittikleri bilinmektedir. Hatta Arap-İslâm Devletinde ilk çatlak, bu seçimlerin ilkine -Hz. Muhammed’in defin ve/veya taziye işlemleriyle meşgul olan- Hz. Ali’nin çağrılmaması veyahut kendisine haber ulaştırılamaması nedeniyle çıkmıştır. Daha doğrusu Hz. Ali bu olayı mesele yapmamış olmakla birlikte sonraki dönemlerde bu durum, İslâm’da ve Müslümanlar arasında -dinî ve/veya siyasî- ayrışmaların başlıca sebeplerinden birisini teşkil etmiştir. Yine Osmanlı’nın yıkılışına zemin hazırlayan en önemli olaylardan birisi olan; halkın, bilginlerin (ulema/âlimler) ve ordunun çok sevdiği Şehzade Mustafa’nın, saray dalavereleri (entrika) sonucu, haksız yere idam ettirilmesi de kamuoyu vicdanına iyi bir örnektir. Bu iki olay da bize göstermektedir ki, -tek bir ferdine varıncaya kadar- halkı dikkâte almayan uygulamalar devlet yönetiminde sakıncalar doğurmaktadır. Üstelik karşınızdaki, bilgisiz (câhil) bir halk bile olsa, kendi geleceği hakkında söz sahibi olmak istemektedir. Bu da, demokrasi bilincinin, insanın içgüdüsel olarak doğuştan getirdiği bir özellik olduğunu göstermektedir.

Son fasılda demek istiyoruz ki, yöneten ve yönetilenleri yani topyekûn milletimizi ilgilendiren bu büyük sorunun biran önce halledilmesi için; yeni bir bilince (şuur), yeni bir atılıma ihtiyaç vardır. Başlatılacak bu yeni atılımın temelleri ise, yeni bir silkinişin, yeni bir dirilişin bir an önce gerçekleştirilerek; bir hokkada kotarılan, 751’lerin öncesindeki alplık ile sonrasındaki erenliğe, 1923’lerin ruhunun üflenmesi ile oluşturulmalıdır. Sonrasında, Türklüğünden, Müslümanlığından ve demokratik kazanımlarından taviz vermek istemeyenlerin oluşturacağı bu hareket; Türk mucizesini gerçekleştirmek için, Yahya Kemal Beyatlı’nın “Akıncılar” şiirindeki ruhla yeni bir akın başlatmalıdır. Ancak, aynı duyguları paylaşanların anlaşabileceğini de unutmadan tabi… Daha ne diyelim ki; Yüce Tanrı, aydınlarımıza akıl-fikir versin.

Aziz Dolu Atabey

Serik-Mart 2008

http://azizdolu.wordpress.com/