Kültürümüzde çok yaygın olarak kullanılan sözlerden biri de “Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok.” sözüdür. Bu söz genellikle, bilinen bir şeyi yeniden araştırıp sorgulamaya ve gereksiz yere zaman kaybetmeye gerek olmadığını vurgulamak için kullanılır.  Bu sözü kimin uydurduğu bilinmese de genel olarak kabul görür. Bu sözün yansımaları, etkileri ve sonuçları göz önüne alındığında önemli kayıplara neden olduğu anlaşılmaktadır. Veciz söz ile doğrudan ve dolaylı ilgisi olan pek çok cevaplanması gereken soru vardır? Örneğin: ’’Ülkemizden neden WhatsApp, Facebook, Twitter ya da Instagram gibi ilginç keşiflere imza atan insanlar çıkmıyor? Neden biz teknolojide, bilimde ve sanatta büyük ivme kat edecek insanlar yetiştiremiyoruz? Acaba Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok derken öğrencilerin merak etme, araştırma, bulma, öğrenme, sentez ve analiz yapma yetilerini mi köreltiyoruz? Merak duygularını mı baltalıyoruz?’’ Konu hakkında bazı dost ve arkadaşlarımızla zaman zaman fikir alışverişinde bulunuyoruz. Sohbet etme imkânı bulduğum hocam Prof. Dr. Selahattin Öğülmüş, bu durumun pek çok sebebi olduğunu, bunlardan birisinin de “Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok.” ile dile gelen yaygın bir alt bilinç inancının etkili olabileceğini ileri sürmüştü. Bu bakış açısı benim de dikkatimi çektiği için, makalenin adını, kendisinden izin alarak “Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok.” olarak belirledim. Sıkça kullandığımız bu sözler gerçekten bizim için engelleyici mi? Başka faktörler var mı? Bu inancın doğru ya da yanlış olduğu olaylar ve durumlarda bir kayma mı var; amaç dışı mı kullanıyoruz?  Nerede hata yapıyoruz? ‘Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok’ dediğimizde, aslında pek çok bilgiyi henüz embriyo olmadan çocukların beyninde yok mu ediyoruz? Konuyu okullarımızda yerçekimi ile ilgili bilginin sunumu ile açıklayalım. Yerçekimi Newton tarafından asırlar önce bulundu. Hepimizin bildiği meşhur hikâyesinde, Newton, bir gün elma ağacının altında otururken, kafasına elma düştü ve elmanın niçin düştüğünü merak edip araştırdı. Halbuki, Adem ile Havva’ nın efsaneleşmiş hikâyesinden beri ‘elma-ağaç-yeryüzü’ üçlüsü zihinlerde yer almaktaydı. Elmalar, bu coğrafyada yaşayan insanının hiç mi başına düşmedi? Bu sıradan olay, neden buralarda bireylerin kafasında bir soru işareti oluşturmadı? ‘Neden; niçin’ soru kelimelerinde gizlenmiş hikmet kavramının sonucu olarak Newton, yerçekiminin etkisini keşfetmiş ve elmanın bu sebeple düştüğünü ileri sürmüştü.

 İlk astronotlar Ay’a gittiklerinde, yerçekimsiz alanı gördüler ve Newton’un haklılığı uzun yıllar sonra tekrar kanıtlanmış oldu. Bilgi paketlendi, süslendi, iyi bir ambalaja konularak öğrencilere sunuldu. Kısacası, artık öğrencinin araştırıp sorgulamasına gerek kalmadı. Yeryüzü ve yerçekimi ile ilgili araştıracak sorgulayacak bir şey kalmadı. Öğrenci bilgi düzeyinde bilgiye ulaşmış oldu. Şimdi bu noktada duralım ve analiz edelim. Burada sorgulanması gereken durumlar var:’’ Bizim başımıza hiç elma düşmüyor mu? Ya da bizim başımıza elma düşünce, bu elma başımıza neden düştü diye sorgulamıyoruz? Biz hamamda yıkanırken hamam tası suda hiç yüzmedi mi? Arşimet gibi hamam tasının suyun üzerinde neden yüzdüğünü merak etmiyoruz?’’ İşte bu soruların cevabı üzerine incelikle düşünmek gerektiğine inanıyorum. Kültürel algı ve kabuller başta olmak üzere, merak, sorgulama, araştırma hevesimiz ve duygularımız hangi ara bu kadar törpülendi?

 Merak- araştırma-öğrenme üçgeni, merak-hazır bilgi-ezberleme olarak değişim ve dönüşüme tabi olması ile oluşmasına bağlanabilir. Gopnik, hayvan ve insan yavrularını gözlemiş, neyi nasıl öğrendikleri konusunda araştırmalar yapmıştır. Türkiye’de ‘Filozof Bebek’ kitabı ile tanınan Gopnik (2007), bebeklerin öğrenmeleri üzerine geliştirdiği ünlü teorisinde, insan yavrusunun varoluşu itibarı ile doğal bir öğrenme tarzına sahip olduğu, bu öğrenme sürecini ise tetikleyen duygunun merak ve keşif duyguları ile oluştuğunu ileri sürmüştür. Gopnik’ in yaptığı araştırmalar sonucunda, bir türün davranışlarının öğrenme ve kültür üzerine veya içgüdüsel olması annenin ölüm süresi ile ilgilidir. İçgüdüsel türlerde anne menopozdan hemen sonra ölürken, öğrenme ve kültür üzerine kurulu davranışlara sahip türlerde anne, yavrusuna öncülük edeceği pek çok şey olmasından dolayı menopozundan çok daha sonra ölmektedir. Bu durum çocukluk süresi ile de bir korelasyon göstermektedir. Örneğin, anne fil, iki yıl çocuğuna bakmakta ve menopozundan beş yıl sonra ölmektedir. Araştırıldığında fillerin yaşantısında diğer hayvan türlerine göre nispeten daha gelişmiş bir kültür gözlenmiştir.’’ Bu aşamada, kültür ve öğrenmeye dayalı türlerde, öğrenme temeli nedir?’’Gopnik, New York Times gazetesindeki köşe yazısında, ebeveynlere yaptığı çalışmalar sonucunda verilere dayalı  sadeleşmiş bilgiler ve öneriler sunarken çocukların zaten öğrenmeyi bilerek dünyaya geldiği, merak ve keşif duyguları ile zaten bunu başardıklarından bahsetmiştir. Gopnik, yaptığı deneyde, çocukları tırmık ve oyuncaklarla bir odada yalnız bırakır. Bu oyuncaklara tırmıklar yardımı ile ulaşmaya çalışan çocuklar, oyuncaklara ulaştıktan sonra bu oyuncakları tekrar başka bir yere koyarak farklı bir deneyim isteğiyle tekrar bu süreci yaşamak istemektedirler. Yani çocuklar, hangi durumda oyuncaklara ulaşacaklarını merak etmişler ve oyundan ziyade merak yolu ile öğrenmeye odaklandıkları görülmüştür. Biraz gözlendiğinde çocukların matruşka misali bitmeyen sorularını fark edersiniz. Anadolu’da bilindik bir hikâye vardır: ‘’Baba, çocuğu ile tarlaya gider, çocuk sabahtan akşama kadar gökyüzündeki kuşları sorar, baba sabırla bazen birkaç kez üst üste sorulan aynı sorulara aynı cevapları verir. Baba yaşlanır; bu sefer yaşlı babasını tek başına evde bırakamayan oğul, tarlaya babasını götürür. Baba çocuğunun küçükken sorduğu aynı soruları aynı yöntemle oğluna sorar. Oğulun sabrı kalmaz ve bitmeyen merakla sorulan sorulardan sıkılarak babasını tersler ve bir daha soru sormasını böylece engellemiş olur. Bu hikâye aslında, kültürümüzdeki, merak- araştırma-öğrenme üçlemesinin nasıl erozyona uğradığına bir örnek olabilir. Gopnik, bu hikâyeyi araştırmaları ile doğrulamıştır ya da bu hikâye Gopnik’in teorisi ve öğrenme-merak-keşif arasındaki kopukluğumuzu anlamlandırdığı söylenebilir.

 Diğer taraftan, 1975 yılında Kanadalı Araştırmacı Rubin, “Kimler çok iyi dil öğrenir?” sorusunun yanıtını bulmak için bir araştırma yapmıştır. Bu araştırmada, bir dili öğrenme sonucu mesleklerinde son derece iyi kazançlar sağlayabilecek kişilerin değil, öğrenmek istediği dilin kültürüne ilgi duyan kişilerin o dili iyi öğrendiği sonucuna varılmıştır ( Bolat, 2013). Yani öğrenmede, ihtiyaç değil ilgi önemli bir parametredir.

 Bu bilgiler sonucunda şu sonuca varabiliriz: Bilgi, ilgi ile tetiklenir. İlgi keşif heyecanı, keşif ise merakla ortaya çıkar. ‘Neden-niçin’ soru kelimelerinin kerameti budur. Kültür, sorgulamayı yasaklayan bir yozlaşı içine girmişse, sorgulamak bir saygısızlık olarak görülmekte ise neden ve niçin kelimeleri, süreci uzatan gereksizlik abidesi olarak görülmüşse, paket bilgiler ambalajın içindeki sorgulanmadan alınır ve ezberlenir. İbadet ederken duanızı, okulda Pisagor’u ezberlersiniz. Ne dendiğini, neden böyle dendiğini sorgulamazsınız. Ne ezberletilir, ne dikte edilirse onu tekrar edersiniz.  Merak etmezsiniz çünkü merak duygunuz körelmiştir, keşfedecek bir şey kalmamıştır, zaten her şey keşfedilmiştir. Bugün, Fen liselerimizde bile laboratuvarların neden kilitli olduğunun cevabı buradan anlayabiliriz; keşfedecek bir şey kalmamıştır, merak da etmiyoruzdur. İşin kötüsü yeni kuşakların merak etmesini keşfetmesini istemiyoruz gibi bir sonuca ulaşabiliriz. Bakın günlük hayatımızda, benzer durumları nasıl deneyimleniyoruz:

‘’Matematik dersinde öğrenciye pi sayısının 3,14 olduğunu, pi sayısının sabit sayı olduğunu, ezberlenmesi gerektiğini öğretiriz. Öğrenci pi sayısını kullanarak binlerce işlem yapabilir. Ancak bir öğrenci de çıkıp hocam pi sayısı neden 3,14 neden 4,16 değil de 3, 14 diye sormaz. Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok diyerek eğittiğiniz öğrenci, bu sayının değerini sorgulama ihtiyacı duymaz. Oysa, dairenin çevresinin uzunluğunu bir iple ölçerseniz, bu ipin uzunluğu, dairenin çapının uzunluğunu 3 defa tur atar bir de ,14’lük arta kalan ip olur. Bu da sabit sayıyı oluşturur. Pi sayısını sorgulayan öğrenci doğal olarak tam öğrenme düzeyine çıkmaya ve ezberden uzaklaşıp bilimsel bilgiyi tanımaya, keşfetmeye ve transfer etmeye başlar.’’

 Geometri dersinde öğretmen: “Üçgenin iç açıları toplamı 180 derecedir.”, der ve bu bilgiyi kırmızı bir kutu içine aldırır, üzerine de önemli yazar. Öğrenciler bu bilgiyi diğer versiyonu olan bilgilerle birlikte ezberler. Oysa birbirinden bağımsız çizilecek üç tane üçgenin iç açıları ölçülüp toplandığında, üçgenin iç açılarının 180 derece olduğu bilgisine ulaşmak oldukça kolaydır.Öğrenci bu aşamada bilgiyi kendisi keşfedecek, kendisi yapılandıracak ve ezberlemeden bilgiye ulaşma olanağına kavuşacaktır. Bu aşamada Yapılandırmacı yaklaşım devreye girmektedir. Yapılandırmacılık, bireylerin bilgiyi kendi ön bilgileri doğrultusunda farklı olarak özümsediklerini ve anladıklarını savunan bir düşünceyi temel almakta ve dayandığı düşünce; öğrencilerin öğrenme sürecinde daha fazla sorumluluk aldığı, öğretmenin öğrencilere rehberlik ettiği bir öğrenme sürecini öngörmektedir (Kılıç, Karadeniz ve Karataş, 2003). 2004 yılında MEB tarafından hazırlanan programda derslerin Yapılandırmacı yaklaşıma göre işleneceği ifade edilmesine rağmen, merkezi sınavlar gerekçe gösterilerek öğretmenler tarafından dersler Bilişselci yaklaşıma göre işlendi. Böylece yeni hazırlanan programdan beklenen faydanın ortaya çıkması engellendi.

 Anadolu’daki köylerin çoğunluğunda pıtrak vardır. Çok sırnaşık bir bitkidir. Elbiselere ve özellikle de hayvanların derilerine tutunur kalır. Bu sırnaşık bitki bizim üzerimize yapıştığında rahatsız olup onu yere atarken Amerikalının üzerine yapıştığında, Amerikalı bunu model alarak cırt cırt’ı (velcro) düşünüp bir endüstriyel ürün olarak üretmeye başlamaktadır. Cırt cırt kullanılarak elbise, çanta ve pek çok sanayi malları birbirine tutturulur. Pıtrak Amerikalının üzerine yapıştığında Amerikalılar bunu bir üretim aracı haline getirecek transferi yapıyor da biz neden bu transferi yapamıyoruz? Bu durumun en önemli sebeplerinden birisi sorgulamamaktır. Sorgulayıp anlamaya çalışmamak, olayı olduğu gibi kabul etmektir. Pıtrak zaten sivri kısımları ile elbiseye ve hayvanlara tutunur algısı, pozitif transfer yapmamıza engel olmaktadır. İşte bu aşamada okullarda öğrencilere sorgulama becerisini kazandırmanın önemi ortaya çıkmaktadır.

 1969 yılında ABD’de ilk hesap makinası yapıldı. İlk hesap makinası biraz büyük biraz da kalındı. Japonlar bu hesap makinasını küçültüp gömlek cebine sığacak kadar küçülttüler ve güneş enerjisi ile çalışan pil taktılar. Amerikalılar ilk defa savaş Jeep’i ürettiler. Japonlar, savaş Jeep’ini bir lüks tüketim aracı haline dönüştürdüler. Japonlar yeni bir şey icat etmediler. Yaptıkları sadece innovasyondu. Yaptıkları bir ürünü farklı şekilde tanımlamak, tasarlamak ve mamul bir madde halinde piyasaya sürmekti. Bunu biz neden düşünemiyoruz? Kültürümüzde ve eğitim sistemimizde bir kabullenme var. Bir ürünü olduğu gibi kabul edip, bir tüketim aracı olarak kullanmak, innovasyonun ve yaratıcı düşünmenin önünde önemli bir engel.Ayrıca aldığımız ürünlerin bozulmasından, kırılmasından,zarar görmesinden korkuyoruz. Uzak Doğu ülkelerinin çoğunluğu innovasyon ile ekonomik güçlerini büyütüp zenginleşme yolunda hızla ilerliyorlar. Gün geçtikçe üretim merkezi batı olmaktan çıkıp doğuya doğru kaymaya başlıyor. 2024 yılında Çin’in Dünya’nın en güçlü ilk 4 ekonomisi arasında yer alacağı iddia ediliyor.

 ABD’de New York şehrinde East River  üzerinde Brooklyn ile Manhattan'ı birbirine bağlayan köprünün adı Brooklyn Köprüsü’dür.3 gidiş 3 geliş olmak üzere 6 şeridi vardır ve ortada da tahtadan yapılmış yaya köprüsü bulunmaktadır. Bu köprü 1868 yılında yapılmaya başlanmıştır.Dünya’da ilk defa çelik halatla yapılan asma köprü özelliğine sahiptir. Bu köprüyü yapanlar, üniversitede asma köprünün nasıl yapılacağını, rezonans etkisinin nasıl çözüleceğini, korozyona karşı ne tür tedbir alacağını da öğrenmiş, araştırmış, üniversitede ders vermiş, kitabını yazmış ve diğer ülkelere de bu bilgiyi ve teknolojiyi satmıştır. 1868 yılında Osmanlı Devleti’nde “Sanat sanat için mi yoksa sanat toplum için mi?” tartışması yapılıyordu. Burada merak ettiğim biz neden sürekli reaktif davranışlar sergiliyoruz, neden proaktif davranışlara yönelmiyoruz? 1868 yılında Brooklyn Köprüsü’nü yapanların vizyonu neden bizim insanımızda yok? Neden kısa vadeli çözüm yollarına yöneliyoruz?

 Avrupa’da 12.yüzyılda bugünkü Hollanda’nın bulunduğu bölgede ilk defa sabanın uç kısmına demir takıldı. Saban daha derine inmeye, toprağı daha çok kazmaya başladı. Bu durum, verimi artırdığı gibi sık sık kırılan ağaç uçlu sabandan da insanların kurtulmasını sağladı. 17. yüzyılda Avrupa’da artan nüfusu beslemek için çareler aranırken yonca bulundu. Yonca hem çok fazla üretimi yapılıyor hem de defalarca ürün veriyordu. Böylece birim maliyet düşürülerek insanların daha fazla protein alması sağlandı (McNeill, 2015). Bu dönemde Konya Ovası’nda ya da Çukurova’da çiftçilik yapanlar ya da bu sektörde aktif çalışanlar, sabanın ucuna demir takmayı neden düşünemediler?

 2015 yılında Mercedes firması bir tavuk reklamı ile gündemi belirledi. Tavuk sürekli hareket ettirilmesine rağmen kafası sabit duruyordu. Bu konuda bir şehir efsanesi de olabilir ama ilginç bir yazı okumuştum. Mercedes mühendisleri, bir tavuğu ambalaj bandı ile Mercedes’in kaportasının üzerine bağlayıp, kafasına da kamera yerleştirip köy yollarında, engebeli arazide gezintiye çıkmışlar. Fabrikaya döndükten sonra kamerayı bilgisayara bağlayıp izlemişler. Araba kasislere girdiği zaman tavuğun vücudu hareket ettiği halde kafasının sabit durduğunu görmüşler. Tavuğun anatomik yapısını inceleyip Mercedes’in bu günkü amortisör sistemini geliştirmişler. Bizim köylerde de tavuk var. Tavuğun yumurtası ve etinin dışında neden farklı özelliklerini göremiyoruz? Bizim insanımızda, kucağında tavukla yürüyerek pazara kadar geliyor. Tavuğun bu anatomik özelliğini neden fark edemiyor?

 Jet motorları çok hızlı çalışır ve hız artışı ön plandadır. Bir motorda hız artarsa moment düşer yani güçte azalma meydana gelir. Bu aşamada jet motorunun içerisine kuş girdiğinde motor durur ve uçağın düşme riski ortaya çıkar. Jet motoru alanında çalışan bir mühendis kasaptan et alır ve etin bir kısmının kıyma olmasını ister. Kasap makinada eti kıyma haline getirirken mühendisin aklına ilginç bir fikir gelir:’’Acaba jet motorunun pervaneleri, kıyma makinasının mili gibi kıvrımlı yaparsak, motorun durmasını, uçağın düşmesini engelleyebilir miyiz?’’ Bu bilgiyi test etmek için, jet motorunun pervanelerini kıvrımlı yapılır ve kuşu motorun içine doğru atarlar. Kuş motorun arkasından kıyma olarak çıkar. Böylece jet motorlarının düşme sorunu, kısmen de olsa çözülmüş olur. Bizim mühendisler hiç kasaptan kıyma almıyorlar mı? Neden bu bilgiyi biz geliştiremiyoruz?

 Boing ve Airbus’ların kanatlarının yukarı doğru kıvrımlı olması dikkatimi çekmişti. Nedenini araştırdığımda şahin, kartal ve leylek gibi kuşların havadaki uçuşları ve süzülüşlerinin model alındığını öğrendim. Kanatların uç kısmı kıvrık olduğu zaman, uçak havada iken meydana gelen girdapların asgari düzeye inmesini ve minimum kanat boyuyla maksimum kaldırma kuvveti sağlamasında etkili olmaktadır. Kanat uçları düzgün şekilde kıvrıldığında ve hava akımına uygun şekilde hizalandığında uçağın performansının arttığı görülmektedir. Kıvrık kanatlar uçakların daha uzun mesafe gitmesini, daha fazla yük taşımasını, park etmeyi de kolaylaştıran daha kısa kanatlara sahip olmasını ve yakıttan tasarruf edilmesini sağlamaktadır. Uçak kanatlarının kıvrılmasıyla, NASA’nın haberine göre:’’2010 yılında dünya çapında jet yakıtında 7,6 milyar litre tasarruf edilmiştir.” Ayrıca uçakların neden olduğu kirlilikte önemli ölçüde azalma olduğu gibi metal ömrünün de uzamasında etkili olmaktadır (https://www.jw.org). Bizim ülkemizde de kartal, şahin ve leylek var. Neden bizim ülkemizde bu durum fark edilmiyor?

 Walmart Amerika’nın en büyük alışveriş merkezidir.1950 yılında Arkansas’a bağlı Bentonville adı verilen küçük bir kasabada Sam Walton tarafından kurulmuştur. Şu anda 2 milyonun üzerinde çalışanı vardır ve Fortune raporuna göre, Dünya’da en fazla yatırım yapan 500 şirket arasında ön sıralarda yer almıştır. Walmart’ın kısa zamanda küçük bir şirketten büyük bir şirkete dönüşmesinin altında yatan gerçek, Sam Walton’un kendine özgü pazarlama stratejisidir (https://tr.wikipedia.org/wiki/Wal-Mar).  Walton, mağazasında satacağı ürünleri mümkün olduğu ölçüde düşük ücrete alır. Sloganı ise daima en ucuzdur. Örneğin, Walmart’ta satılacak parfüm, Walmart yönetimi tarafından kutusuz sipariş verilir. Şişenin arkasındaki yazılar tek renk yaptırılır. Paketlemede tasarruf tedbirlerini uygulanır. Bu yüzden parfüm Walmart’ın rafında diğer alışveriş merkezlerine göre %30 daha ucuza satılabilir. Sam Walton’un burada yaptığı farklı bir satış stratejisidir ve bu sebeple marka olmayı, büyümeyi başarmıştır. Bizim market sahipleri, yatırımcılar neden böyle bir satış stratejisini düşünemiyorlar? Rekabette neden sürekli emtialaşmayı tercih ediyorlar?

 Burger King, Sturbucks, McDonalds ve KFC Dünya’nın her yerinde mağazalar zinciri olan işletmelerdir. Bu işletmeler bir dünya markası özelliği taşımaktadır ve hepsinin ana vatanı Amerika’dır. Burada ilginç olan durum, Amerikalıların damak tadına uygun olan ürünlerin, evrensel bir kabul görmesini sağlamalarıdır. Örneğin, bizim simit sarayımız, lahmacunumuz, dönerimiz, baklavamız, dondurmamız, kebabımız neden uluslararası bir marka özelliği taşımıyor? Bu bağlamda bizden neden uluslararası yatırım yapan girişimciler çıkmıyor?

 Yukarıda ifade ettiğim örnekleri çoğaltmak mümkündür. Buradaki amacım bu örneklere neden olan durumları vurgulamaktı. Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok sözü, zamanla tabuya, kendi içinde dogmatik düşünceye dönüşmektedir. Böylece zaten üretilmiş, hazır olan bir bilgi varken, doğrudan alıp öğrenmek daha pratik ve kolay gelmektedir. Oysa öğrenci, yerçekimi kuvvetini, suyun kaldırma kuvvetini yeniden keşfetmeli.  Bu bilgileri yeniden keşfederek tanımlaması ve mevcut bilgiyi ispat ederek, bilimsel bilgiye ulaşma yöntem ve tekniğine sahip olması ve bilimsel düşünme kapasitesini geliştirmesi gerekir. Sorunu fark etme, tanımlama ve bilgiye ulaşmak için Amerika’yı defalarca keşfetmesi gerekse de bunu yapması çok önemlidir. Böylece, sorunu fark etme, tanımlama, araştırma, neden-sonuç ilişkisi kurma, örüntüyü saptama, kısacası anlayarak, mevcut bilgiyi tekrar öğrenerek yeni bir ivme kazanması, gelecekte yaratıcı zekâsını etkili olarak işe koşmasında önem arz etmektedir.

 Yaratıcı zekâsını işe koşan, innovatif düşünen ve girişimci özelliklere sahip bireyler yetiştirmede en önemli köşe taşlarından birisi de eğitimdir. Eğitimin en önemli girdilerinden birisi öğretmendir. Her şeyden önce öğretmenin iyi seçilmesi, yetiştirilmesi, kaliteli ve nitelikli olması gerekir. Öğretmen niteliğinin ardından öğretim programları, öğretim yöntem ve teknikleri, ders araç-gereci istenen öğrenci tipini yaratmada işe koşulabilir. Öğretmenlerin liderlik kapasitesi, öğrenciyi etkileme, motive etme, harekete geçirmede başarılı olması eğitimden beklenen çıktıya ulaşılmasında önemli rol oynar. Öğretmenler, öğrenciye öncelikle sorunu fark etme becerisi kazandırmalıdır. Fark edilen sorunu türevlerinden ayrıştırarak tanımlama, veri toplayarak olası seçenekleri ortaya koyma, uygulama ve değerlendirme becerilerini geliştirmek gerekir. Bu aşamada sorgulayan, fark eden, transfer edip sorun çözme kapasitesini geliştiren öğrenci bilgiye ulaşma ve sorun çözme aşamalarında yetkinliğini daha da artırabilir.

 ‘’Uluslararası PISA ve TIMMS sınavlarında üst düzeyde başarı sağlamak innovatif düşünme, yaratıcı olma, problem çözme ve girişimcilik kapasitesini geliştirmede etkili midir?’’ PISA ve TIMMS’de başarılı olan ülkeler şu ana kadar WhatsApp’ı, Instagram’ı, Facebook ve Twitter’ı düşünemediler. O halde PISA ve TIMMS gereksiz mi diyeceğiz? Bu algı ciddi anlamda sorunludur. Çünkü PISA ve TIMMS uygulandığında 4 ve 8. sınıfta olanlar, 15 yaşında olanlar sektörde henüz etkin ve yetkin olmadıkları gibi, bu ülkelerde yetişen işgücünün bir kısmının Silikon vadisine göç ettiği, buralarda yaratıcı zekâlarını işe koştuğu göz önünde bulundurulmalıdır. PISA ve TIMMS, öğrencilerin bilgiyi kullanma kapasitesini geliştirdiği, bir durumun birden çok doğrusu olabileceği gerçeğinden hareket ettiğine göre, Bilişselci eğitimin patolojilerinden bireyi kurtardığı göz ardı edilmemelidir. Başka bir anlatımla, PISA ve TIMMS’de başarılı olan ülkelerin öğrencileri innovatif düşünmede, yaratıcı problem çözmede, yaratıcılıkta ve girişimcilikte, diğer ülkelerin öğrencilerine göre gelecekte daha avantajlı hale gelebilirler.

  Sonuç olarak, ülkemizde bu parlak fikirlerin oluşmasını engelleyen ana faktörlerin başında “Eğitim Habitat”ı gelir. Habitat canlı organizmalar için yaşam alanını ifade eder. Tarihsel süreç incelendiğinde Nişabur, Buhara, Semerkant, Taşkent, Konya ve İstanbul’un Türk ve Müslüman bilim ve sanat hayatında etkili olduğunu görmek mümkündür. Mevlana, Hoca Ahmet Yesevi, Biruni, İbni Sina, Farabi ve Ali Kuşçu bu şehir merkezlerinde yetişmişlerdir. Aynı şekilde Nil etrafında kurulan Mısır medeniyeti, Fırat ve Dicle eteklerinde kurulan Mezopotamya, Antik Yunan ve Roma belirli yüzyıllarda bugünkü Amerika’nın Silikon vadisine benzer özellikler göstermişlerdir. Bilimsel bilginin, teknolojinin, sanat ve edebiyatın gelişmesinde etkili olan faktör bu habitattır. Silikon vadisinde kurulan devasa şirketler, güçlü sermaye birikimi, kuruluş aşamasında fakat gelecek vadeden markaların yüksek meblağlarla el değiştirmesine sebep olduğu gibi, yaratıcı fikirlere sahip olanlar, bu büyük şirketlere ortak edilerek daha fazla ivme kazanmaya başlamaktadırlar. Kısacası, Silikon Vadisi ABD eğitim sisteminin parlak zekâlı mezunlarının değil, Dünya’da yüksek düşünme kapasitesine sahip jenerasyonun ortak akıl merkezi özelliği taşımaktadır. Bu aşamada yapılması gereken Silikon Vadisi’ne alternatif vadiler, platolar yapmak, yaratıcı düşünen, üreten, problem çözenler için habitat yaratmaktır. Bilimsel düşünce ve teknolojik transfer ilgisiz ve ilişkisiz sektörlerde yaşam alanı bulamamaktadır. Ulusal ve uluslararası ölçekte beyin göçü önemlidir. Türkiye cazibe merkezi olmadığı sürece beyin göçü alamayacağı gibi, mevcut beyin gücü potansiyelini de kaybetme riski ile karşı karşıyadır. Bu sebeple, ülkemizde hizmet sektörü kadar, üretim sektörünün de canlanması ve yatırımların yapılması gerekir. Hyundai ilk üretildiği yıllarda kalitesizliği ile televizyon programlarında alay konusu olurken, bugün Güney Kore’de büyük bir imparatorluk yarattığı görülmektedir. İlk etapta üretilen bir ürün hatalı ya da eksik olabilir. Güçlü bir ekip ve Arge ile dezavantajlı durum avantaja dönüştürülebilir. Bu aşamada eğitim sistemi ile birlikte birbirini bütünler nitelikte sektörel destek sağlayacak birimlerinde oluşması önemlidir. Bu habitat oluşturulduğunda, ekolojik denge sağlandığında beklenen fayda ortaya çıkmaya başlar. Ayrıca “Başımıza icat çıkarma!” sözü “Lütfen başımıza icat çıkar.” şeklinde değiştirilmesi, bireylerin her yapılan işi, yöntemi ve eylemi sorgulamasında, yeni yol ve yöntemler geliştirmesinde etkili olacağı beklenmektedir. Ayrıca, öğrenmenin, öğrendiğini transfer etmenin ve bilimsel bilginin oluşumunu olumsuz yönde etkileyen faktörlerden birisi de, yardım tuzağıdır. Yardım aldıkça, başkalarına bağımlı kalma sorunu ortaya çıkmaktadır. Yardım alan kişi yaratıcı zekâsının çok az kısmını işe koşar. Başkalarının ürettiği bilgisayarı, otomobili, uçağı ve makinayı satın aldığınız ve kullandığınız sürece, yaratıcı zekânızı işe koşma olasılığınız da o ölçüde azalmaya başlar. Bu sebeple, sürekli araştırmak, öğrenmek ve üretmek, bağımlı olmadan bağımlı kalmadan kendi kalitemizi yaratmamız gerekir.  Sorgulamak iyi bir şeydir, neden ve niçin kelimeleri sihirli sorulardır ve Amerika defalarca keşfedilebilir.

Kaynaklar

Gopnik, A., & Schulz, L. (2007). Causal learning: Psychology, philosophy, and computation. Oxford University Press.

Gopnik, A., (2016). Filozof Bebek. Çev. Orhan Tuncay İstanbul: Gün Yayıncılık

Kılıç, E., Karadeniz, Ş. & Karataş, S. (2003). İnternet destekli yapıcı öğrenme ortamları. Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi. 23(2). 149-160.

McNeill, H. W. (2015), Avrupa Tarihinin Oluşumu, Çev. Yusuf Kaplan, İstanbul, Külliyat Yayınları.

https://www.jw.org/tr/yayinlar/dergiler (Erişim tarihi 15 Ocak 2017).

https://tr.wikipedia.org/wiki/Wal-Mart (Erişim tarihi 15 Ocak 2017).

http://www.nytimes.com/2009/08/16/opinion/16gopnik.html (Erişim tarihi 28 Ocak 2017).

http://www.hurriyet.com.tr/cocuklarin-merak-duygularini-nasil-canli-tutariz-25282290 (Erişim tarihi 28 Ocak 2017).

- - - -