Orta yaş dönemini aşan özellikle elli yaş üzeri olan kişiler dostlarıyla olan muhabbetlerinde mazide kalan okul hatıralarını anarken iş dönüp dolaşıp ilkokul öğretmeninin iyiliği kötülüğü, sevilip sevilmediği, boş vermişliği özverisi, sertliği yumuşaklığı gibi kişilik ve mesleki özelliklerine gelir. Bu konuşmalar sırasında şuna benzer diyaloglar yaşanır:

          -İlkokul öğretmeninizi hatırlıyor musunuz, nasıl bir insandı?

         -Elbette, çok iyi biriydi. Bizler onun sayesinde bir şeyler öğrendik. Üzerimizde çok hakkı var. Bizi yetiştirmek için bulunduğumuz şartlarda ne gerekiyorsa yaptı. Köyümüzde yaşayan birçok kişi onun sayesinde ortaokul/lise ve yatılı okullara gitti. Adı Fahriydi. Fahri Bey çok sert bir adamdı. Her gün tokadını yerdim. Bir defasında sopayla dövmüştü. Ama çok severdim.

          -Anlamadım! bu nasıl şey? hem dövdü diyorsun, hem de çok seviyorsun?

      -Elbette….Öğretmenim hiçbir zaman “haksız yere” dövmedi. Ben çok yaramaz biriydim. Yapmadığım yaramazlık kalmadı. Yediğim dayakları hak eden biriydim. Kesinlikle öğretmenime öfke, kin duymadım. Öğretmenimiz herkese yani tüm çocuklara eşit davranırdı. Kimseyi kayırmaz, kimseye özel sevgi ve özel husumet beslemezdi. Hepimizin özelliğine uygun şekilde özel olarak ilgi gösterirdi. Dövmesine rağmen hakaret etmezdi, aşağılamazdı. Kimse ona haksızlık yapıyor isnadında bulunmazdı. Çok mükemmel bir adamdı. Bilirsiniz işte bizim zamanımızda dayak cennetten çıkma denirdi. Dayak yememe çok istisna bir olaydı. Herkes böyle görmüştü…Şimdi ki gibi değildi tabi…

……………………

          -Hocam merhaba! İlkokul öğretmeninizi hatırlıyor musunuz, nasıl biriydi?

          -Hatırlamaz olur muyum? Ne zaman aklıma gelse öfkelenirim…

          -Neden, çok mu dövüyordu yoksa…

          -Kesinlikle hiç dövmedi…Lakin bizlere yani öğrencilerine eşit davranmazdı. Bazı arkadaşların ailesi memurdu. Babası asker olanlara daha fazla ilgi gösterirdi. Bizleri dövmezdi ama sözleriyle çok aşağıladığı olurdu. Aşağıladığı kişiler daha benim gibi fakir ailelerin çocuklarıydı. Diğer şubenin öğretmeni çok sert biri olmasına rağmen tüm öğrencileri onu çok severdi. Ben öğretmenimi hiç sevemedim. Öğrencileri arasında haksızlık yapan birine güven olmaz ki….Keşke dövseydi ama haksızlık yapan biri olmasaydı. Benim kendime özgüvenim, ve insanlara karşı olan ön yargılarımın hep ilkokul öğretmenimden kaynaklandığını düşünüyorum.

         Sonuç: İnsan için güven tesisi edici en belirgin şey adil olabilme özelliğidir. İnsanın şirazesi ancak kendine adil davranılmadığı andan itibaren bozulur. İnsan kendinin dövüldüğünü/tartaklandığını hemen unutabilir; ancak adil davranılmadığını fark ederse, ya da  hak ettiği bir şey elinden alınırsa(mal, mülk, makam, görev, statü, iftira, özgürlük vs.) bir ömür boyu hınç içinde yaşar ve olup biteni hiç affetmez.

(Meseleye eğitim/öğretmen üzerinden örnek vermek istedim Dayağı olumlayıcı bir tavır elbette olmaz, lakin neredeyse belli bir yaş grubunun tamamına yakınının bizzat tanık olduğu kanıksanmış toplumsal bir problem olması nedeniyle çarpıcı bir örnek özelliği taşır.)

…………………

         Kişiler arası ve devlet/birey arasındaki problemlerin nedenlerine baktığımızda kritik bir sözcük olarak “adalet” karşımıza çıkar. Her sorunun temelinde bu kavramın olduğunu söylemek sanırım eksik bir tespit olmaz. Bu kavramın ete kemiğe bürünmesi yolunda hak ve hukuk kavramları devreye girer. Hak, insanın doğuştan getirdiği ve emeğiyle sonradan elde ettiği ve varlığını devam ettirebilmesini sağlayan tüm değerlerdir. Hukuk ise bunu sağlayan mekanizmadır. Modern toplumun yönetsel tercihi olan Hukuk Devleti ilkesi adaleti tam ve eksiksiz olarak yürüteceği iddiasındadır. Bu iddianın gerçeğe dönüşebilmesi, kurumsal yapının oluşturulmasından öte, kişiler arasındaki informal diyalog ile kamu görevlilerinin işini hakkıyla yapabilmesine bağlıdır.

       Hak/hukuk/adalet işi şakaya gelmez. Adaletin tesis edilmemesi muhatabının zulme uğraması anlamı taşır. Atalarımız “zulümle abat olunmaz” demişler. Tarih hep bunun örnekleriyle doludur.  Bunun ne anlama(etik, kavrama, duyarlılık=insani nitelikler) geldiğini yeterince bilmeyen kifayetsiz yetkililerle adaletin inşası pek mümkün değildir. İşin kamu hukuku bir yana beşeri ilişkilerdeki niteliğimizde bizim ne idüğümüzü gösterir. Akrabanın, hısımlarımızın, komşunun, diyalogta bulunduğumuz insanların ve hatta çevre ve tüm canlıların hakkını hukukunu koruyor muyuz? Trafikte hatalı sollama yapıyor muyuz? Apartmanda site komşularını rahatsız eden bir takım davranışlarımız oluyor mu? Sosyal ilişki düzeyindeki duyarlılıklarımız bize içsel bir adalet duygusuna sahip olup olmadığımızı gösterir. Bu hususta fazlaca detaya girmek gerekir. Bir çok şeyde detay aranmaz iken, hak/hukuk meselesinde detay aranır. Eğer bireysel ilişkilerimiz ve buna bağlı toplumsal sorunlarımızın tümünün temelinde bir hak ihlalinin olduğunu görürüz. Bundan dolayı her hak/hukuk ihlali, mağdur bir alan oluşturur. Mağduriyet kişi ve toplumların benliğinde derin bir izler bırakır. Devredilen travmalar haline gelir. Oluşan mağduriyet tolere edilemez, unutulmaz ve ne yazık ki miras olarak devredir. Tecrübeler hep bunu gösterirmiştir. Sözün kısası adalet/hak/hukuk işinde yapılan hataların telafisi yok. Bu alanda bir hata yapılmış ise, yapılan bu hata tarihin her hangi bir yerinde bedel olarak geri dönecektir. Bundan dolayı ülkelerin uygarlık düzeyi/gelişmişlik göstergesi olarak tesis ettiği adalet mekanizması ve sergilediği pratikler ölçü olarak gösterilir.

          Bunları düşünürken rahmetli destan şairi/ozan Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’ nun “Kahramanlık Türküsü” adlı şiiri aklıma geldi. Bu şiir türkü olarak da bestelenmişti. Şair şiirin son bölümünde ana temayı harika bir şekilde bağlar:

“Ekmek, su, aş bulmak gecikebilir.

Temele taş bulmak gecikebilir.

Devlete baş bulmak gecikebilir.

Adalet gecikmez tez verilmeli”

            Olup biteceği bir dörtlükle özetlemişti usta ozan. Bunun bilincinde olunduğu ve gereği yapıldığı taktirde, toplumsal, uyum uzlaşı, barış, kardeşlik, huzur gelebilir. Millet yapıp edilenlerin hukuk içerisinde herkesin hakkına hukukuna riayet edildiğine, kimseye her hangi bir gerekçeyle kayırmacılık yapılmadığına, vatandaşlar ile devlet arasında olağan süreçlerin mahkemeye başvurmaya gerek olmadan çözülebildiğine, şayet bir hukuki mesele (istisna olması temenni edilir)  mahkemeye taşındı ise hiç kimsenin aklına bu mahkeme sürecinde hakkın tesisi hususunda endişesinin olmadığına, yönetsel işlemlerde yargıya taşınan idari eylemlerin gereğinin derhal yapıldığına yürekten inancı var ise sağlıklı, kendi içinde barışık toplumsal bir yapı inşa edilmiştir. Dinamik devlet ve toplumun her daim hukuki düzenlemelere ihtiyacı vardır; lakin, öncelikle var olan hukuki düzenlemelerin icra edilmesi yani mevcut düzenlemelerle ilgili olarak gereğinin yapılması beklenir. Hukuk ortak bir sözleşme metnidir ve yaşadığı coğrafyada herkesin kendini emin hissetmesinin yegâne yoludur.  Hz. Ömer ne demişti:  “Kenar-ı Dicle’de bir kurt kapsa koyunu, Gelir de adl-i ilâhi Ömer'den sorar onu!" Fırat kenarında bir oğlak kaybolsa (yahut bir kurt bir koyunu kapsa) korkarım ki kıyamet gününde onun bile hesabı Ömer'den sorulur!"

          Asıl mesele; sözlerin öze sirayet etmesini sürekli bekler vaziyette olmak…. Vesselam…

Zafer Özer-Maarif Müfettişi