Emperyalizme karşı, tepki ruhu ve mücadele bilincinin ortaya çıktığı günden beri, yüz yıl geçmiş. Yüzyıl (asır) toplumsal dönüşümler için kritik bir eşiktir. Tarih okumalarında, asırlar hesaba katılır. İnsana ve topluma dair değişim/dönüşümlerin değerlendirilebilmesi için, asırlık süreçlerin beklenilmesi gerekir.  1. Dünya Savaşı sonrası, Türk Milletinin, emperyalizme dur demek için organize olduğu ve “egemenliğin halkın olduğu” düşüncesinin deklare edildiği günden beri, bir asır geçmiş.  Milletler için değer taşıyan ve o toplumu dönüştüren kararların, değerini/niteliğini anlayabilme becerisi; dünü, bugünü ve muhtemel yarınları evrensel kriterler eşliğinde, özgür bir akılla, yansızca değerlendirebilmeye bağlıdır. Zira, bağımlı zihinlerle yapılan değerlendirmeler, toplumu sahicilikten uzaklaştırarak çıkmaza sürükler. Demokrasinin, birey/toplum açısından nasıl bir kazanım olduğunun anlaşılması, ancak olayları çok yönlü değerlendirebilecek donanım ve birikime sahip, özgür düşünen, mukayeseli değerlendirme yapabilen, zamanı doğru okuyabilen zihinlerce mümkündür.

            Osmanlı İmparatorluğu, özellikle 17. Yüzyıl sonrasında, aydınlanma çağının, pratik yaşama dair ürettiği, somut değerlerin ne olduğunu (niteliğini), girmiş olduğu savaşlar sayesinde fark etmeye başlar. İmparatorluk, 16. Yüzyıl sonlarına kadar, o dönemin yönetim anlayışı ve üretim biçimine, yani toprağa bağlı tarım toplumu özelliklerini kendi içinde problemsiz bir şekilde yürütürken, Avrupa tarafı, bu çizgiden ayrılıp, özgür birey, sanayi devrimi, üretim ekonomisi, cumhuriyet yönetimi gibi kavramları gündeme getirdi. Batı, ussal bilincin ürettiği değerler neticesinde, yeni bir medeniyet pratiği geliştirdi.  Bu pratiklerin yönetsel karşılığı ise, krallıklardan cumhuriyet rejimine, tebaa kültüründen birey kimliğine geçiş olarak değerlendirilebilir.  Osmanlı toplumu, sosyolojik olarak, farklı kategoriler içinde yaşamış olsa da üretim biçimi ve sosyal yaşam paradigması benzerlikler göstermekteydi.  Sosyal olarak toplumu oluşturan insanlar, daha çok biat kültürü içinde günlük yaşamlarını devam ettirmekteydiler. Sosyal ilişki ağındaki kuralların referans noktası, benimsenen/kabul edilen dini inançlardır. Bu da (azınlıklar dışında) ekseriyetle, İslam inanç sistemi ve bu inanca bağlı oluşan kültürel oluşumlardır.

            Batı karşısında, güçsüz durumu fark ediş, ilk olarak savaşlardaki yenilgiler nedeniyle olmuştur. Yönetim olarak, 3. Selim zamanında fark edilerek, palyatif tedbirler alınmaya çalışılmış; bu serüvene, 2. Mahmut ivme kazandırmış, Abdülmecit ve Abdülhamit dönemlerinde, batı tarzı, birçok okul açılmasının yanında, yönetim biçimi olarak, Islahat ve Tanzimat hareketleriyle birlikte, meşrutiyet denemeleri gündeme gelmiştir. İyice tahkik edildiğinde, yönetim biçiminin, Cumhuriyet rejimine doğru bir evrilme gösterdiği rahatlıkla görülecektir. Fakat, her değişim serüveni, ciddi dirençlerle karşılaşmıştır. Bu dirençlerin, merkezi noktası ya da tepkilerde ileri sürülen iddia; “-söz konusu yenilikler inancımıza uymaz” ifadesinde saklı olan düşüncedir. Bu düşünceler, yaklaşık iki yüzyıldır, gündemimizin ana konusu ve her türlü çatışmanın da kaynağı olarak karşımızda durmaktadır. Oysa, “inanç sistemimiz nedir, Yaradan, insandan ne bekler, asrı saadet dönemindeki sosyal ilişkiler ve Kur’an’ın indiği dönemin sosyolojik yapısı nedir, peygamberimize inen ayetler neyi murat etmiştir?” sorularına, sahici/gerçekçi cevap verebilecek, kişisel donanım ne yazık ki yoktu. Toplumun ekseriyeti, okuma yazmayı bilmemenin ötesinde, inandığı dinin esaslarını ana kaynaktan kendi öğrenebilecek durumda bile değildi. Toplum, her muhitte, kendi çapında, dini bilen olarak kabul ettiği kişilerce ve özelliklede rivayet/israiliyat eksenli bilgilerle dini öğreniyordu. Hâlbuki, din bireye inmiş, inanç da tekil bir eylem olarak, kişinin tercihine bırakılmıştı. İyi düşünüldüğünde, İslam inancı, öncelikle “birey” oluşturma süreciyle başlar. İnsan, önce özgürlüğü fark eder ve kendi özgür iradesiyle, yaratana kul olmanın yöntemlerini öğrenir.

          Neden, hep dini gündeme getirmek zorunda kalıyoruz? Çünkü, toplumu manipüle etmenin yolu bu alandan geçmektedir. Topluma, dinde olmayan esaslar, sanki dinin bir gereği/kuralıymış gibi dayatılması neticesinde, toplumun hayrına yapılan çabalara karşı, yine o toplum tarafından tepkiler gösterilerek, yenilikler sabote edilmektedir. Böyle bir toplumun, felah bulması ne yazık ki mümkün değildir. Çünkü, iyilik/kötülük ayırımını yapabilecek, kendinde ait sağlam kriterleri yoktur. O, hep başkalarına (bir bildiği var) ait kararlarla idare edilecektir. Buna, en iyi örnek, saltanat ve hilafet tipi yönetim sistemidir. Alanında uzman akademisyenler, özellikle hilafetin, dini bir gereklilik değil, o çağların gerektirdiği siyasal bir yapı olduğuna vurgu yapmaktadır. Allah rasülü, vefatından önce, sahabesine, kimin yönetime geçeceğini göstermedi. Bu işin nasıl yapılacağının ilkeleri, zaten vahiy esaslarında bulunmaktaydı.

          Gelelim 23 Nisan 1920’ ye…Cumhuriyetin ne anlama geldiği ile ilgili çok şey söylenip yazılıyor. İnsan, terakki eden bir varlıktır. İnsan, varoluş döneminden itibaren sürekli üreten bir varlıktır. Bu üretim, kendi bilinciyle de alakalıdır. Bilim düzeyi, insanın kendi ve kâinatı fark etmesiyle doğrudan orantılıdır. İnsan, kendi için en doğruyu, en yararlıyı, yine kendi müstesna özelliği olan akıl sayesinde fark edecektir. Vahiy esaslarında, doğruya dair ana esaslar verilmiştir. İnsan, bu doğrular ekseninde, kendine ait kararları verebilecek donanımdadır. İnsanın yönetsel serüveni de kazanmış olduğu birikim ve bilinç sayesinde, her aşamada gelişim gösterecektir. Demokrasi bilinci de bu değerlerden birisidir. 1. Dünya Savaşı sonrasında, emperyalist güçlerin kıskacına alınan bu vatan, yine bu ülkenin yetiştirdiği aydın insanların liderliğinde, ortak bir bilinçle kurtulmayı başardı. Bu adımların en kritik aşaması, müşterek bilinçle işgalden kurtulduktan sonra, insan onuruna en uygun yönetim biçimine karar vermesidir. Bu süreç, demokratik yaşam kültürüne geçişte önemli bir merhaledir. Bunun yanında, demokratik yaşam kültürünün sahiden oluşabilmesi için de toplumu oluşturan bireylerin, belli bir kültür seviyesine ulaşması gerekir. Bunun yolu da, vatandaşların eğitiminden geçmektedir. Fikri, irfanı ve vicdanı hür nesillerle, bu mümkün olabilecektir. Konuyla ilgili olarak, Hüseyin ATAY hoca şöyle söylemektedir:

          “Kur’an dan önce ve Hz. Muhammed’ den önce Yüce Tanrı’nın elçilere gönderdiği vahiy, doğru iman ile yanlış imanı düzeltmekti. Ancak, Hz. Muhammet’ e gönderilen, iman değil bilimdi. Bilimde yanlış olmaz, olursa onu herkes anlar, imanda yanlış olursa, onu Tanrı’dan başkası anlamaz. Bunun için, sözde iman ettiklerini söyleyenleri Kur’an yalanlamaktadır. İman, bilime dayanırsa, onu kimse yanlışlayamaz. Kur’an, evrensel bir mesaj olarak üç ilkeye dayanmaktadır. Birincisi, Kur’an’ın kendi sözlü deyimleridir. Bunlar, insanlığın geniş tarih boyunca, öz akıllı insanların buldukları ve anlattıkları evrensel ilkelere, bir de tarih boyunca, yüce Tanrı’nın gönderdiği elçilerle deneyimlediği sözel ve evrensel ilkelerden özetlenen, deneyimli akıllı çıkarımların, sözle Kur’an’daki deneyimlemelerine dayanır.

          İkinci önemli evrensellik ilkesi, Kur’an’daki, açıkça deyimlenen şura meclisidir. Bu danışmayı, Hz. Muhammed uygulamış ve yapılış örneğini göstermiştir. Ancak, 1400 yıl içinde iki kez uygulandığını görürüz. Birincisi 1876 yılında Osmanlı İmparatorluğunda, birinci toplantıda uygulanmış ve sonra kalkmıştır. Bu meclis, 2. Abdülhamit’ in başkanlığında idi ve aldığı karar, sultanın düşüncesine aykırı olduğu halde uygulandı. Şura meclisi neye karar verirse, Kur’an onu geçerli görür. Şura meclisinin, sırf başkanın düşüncesine uygun diye hükümde bulunması, Kur’ ana ve Hz. Muhammed’in uygulamasına aykırıdır. İkinci Şura Meclisi, 1920’de açılan TBMM’nin birincisidir. Bu şura meclisini kurucu meclis olarak görüyorum. Kur’an’ın ilkelerini, toplumun geleceğinde, durumun gerektirdiği biçimde yorumlanmasını üstlenir. İslam dünyasında, 1400 yılda danışma meclisini ilk toplayan Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Mustafa Kemal Paşa’dır. İslam dünyası, Ebu Bekir’den şimdiye dek, ne yazık ki devlet olamadı.”

          Gelinen noktada, ezberlerimizi tekrardan gözden geçirmek hem kendimiz hem de insanlığın yararına olacaktır. Korona belasına tutulan dünyada, herkesin gözü bilim adamlarındadır. Nasıl bir ülke ve dünya inşa etmemiz gerektiği hususunda, hata yapmamak için, öncelikle (bize kendi irademizle giydirilmeyen) zihni kalıplarımızdan kurtulmakla işe başlamamız gerekecektir. Bunu yapmak, elbette zordur; ama başka da çaresi yoktur. Vesselam…

Zafer Özer-Eğitimci