“… Seyirci ne kadar çok seyrederse o kadar az yaşar. Herkese dayatılan o görüntülerde benliğini ne kadar ararsa kendi varoluşunu ve kendi arzularını o kadar az anlar…Gösteri toplumunda, kurtuluş vaatleri de gösterinin bir parçasına dönüşür, sahteleşir. Tüm dünya aynı gösterinin sahnesidir artık; hepimiz aynı gösterinin oyuncusu ve seyircisi oluruz …” (Gösteri Toplumu)

                       Dün sadece seyredebildik emperyalizmin zulmünü…Halen varsa bir vicdanımız önce üzülmeyi, sonra da neden bu halde olduğumuzu kendimizden başlamak üzere sorgulayalım.

                       Ergenlik, gençlik ve olgunluk yıllarımın tamamı zalimlere lanet okumakla geçti. Yıllarca beddualar ettik hep birlikte…Çağa zulmüyle damga vuran Sovyet Rusya’ yı hep lanetledim. İsrail belasına lanet okumak zaten günün her anında yapılan eylemlerimizdi. Afgan işgalinin en yoğun olduğu dönemlerde lise çağlarında mücahit olarak  gitmek istedim Afgan dağlarına…Merhum Erdem Beyazıt’ ın Savaş Risalesi Afganistan 1400’ü ezbere okurdum…”Haydi kalk savaşçı!” diye başlamıştı şiirine, mısralarını şarjör gibi sürmüştü namluya…

                       “Dün üç mücahidle beraberdik Hacıbayram'da

                       Mühendis Gülbeddin'den

                       Müderris Burhaneddin'den

                       Selam getirmişlerdi

                       İmam-ı Rabbani'den bir nefes

                       Bir muştu gibi sanki!”

                       Her okuyuşumda damarlarımda hissederdim ateşi, sızıyı ve zalime olan öfkemi….

                       80 li yılların başında doğan çocuklarımıza o büyük mücahitlerin isimlerini vermiştik. En çokta Hikmet Yar bizi etkilemişti. Lakin Afgan cihadı sona erince bir şeyler değişti. O çok sevip de Allah katında yerleri olduğunu düşündüğümüz koca mücahitler birbirine girmeye başladı. Birbirlerine karşı silah çektiler. Birbirlerinin kanını dökmeye başladılar. Aman Yarabbim…hani zulme karşı Müslüman bilinci devreye girmişti…Neydi bu bilinç…Bu bilinç, duruma göre pozisyon değiştirip kendi kardeşinin kanını nasıl akıtır? Diye sorup duruyorduk sürekli olarak…Bir şeyler bizim bildiğimiz gibi değişmiş anlaşılan…Bilmediğimiz gibiymiş…

                       Diğer yandan Filistin direnişleri olurdu…Telin mitinglerine katılır ve sürekli öfkemizi kusardık. Hep beddua ederdik de; yapılan bedduaların bir neticesini göremezdik. Doğduk, büyüdük ve kronolojik olarak(Cahit Sıtkı’ ya göre yolun yarısı bitti) ömrümüzün yarıdan çoğu sona erdi halen değişen bir şey yoktu…Zulümlerde hiç azalma yok. Her geçen zaman özellikle Müslüman kanı akmaya devam ediyor. Bunca dua, beddua neden bir fayda sağlamaz ki? Hatta bizim depremi önleyen, galaksiler arası yolculuk yapan, uzay mekiği düşüren yüksek derecede şeyhlerimiz, gavslarımız, kutuplarımız da var…Bunlar anlaşılan mesaiyi dek getiremiyorlar.

                       Sonra baktık ki, Ortadoğu’ da dökülen Müslüman kanları (elbette emperyalizm ve onun uşaklarının da oyunuyla) kendi iç çatışmaları(mezhep, meşrep, kabile vs) nedeniyle yapılmakta. Dökülen Müslüman kanını kendine helal gören bir yapı var ve bunu inancının bir gereğiymiş gibi yapmakta…Tekfir bir varoluşsal zorunluluk olarak algılanmakta…Basit bir mezhepsel ayırım bile tekfir edilerek kanla cennet hayalleri kurulmakta. Oyuna geliyor İslam Dünyası   da; bu oyunu bozacak akıl, fikir, irfan ve basiretten ırak durumda…Hiç kimse bir kenara çekilipte bu olan biten nedir, nerede hata var…Biz neden aklımızı devreye koymuyoruz? Onca yıldır olan biteni ve acınılacak bu halimizin asıl nedeni nedir? diye sorduğu/sorguladığı yok. Herkes kurgulanan cemaatsal  yapılarda muhayyileler üzerine bir yaşam inşa etmiş. Aklını kullanan, iyiyi, güzeli/ doğuyu yanlışı ayırt edebilen  ve sosyal duyarlılığı gelişmiş bireyler olabilmekten uzak durumda. Modern kurumsal yapılarda bile tıpkı ait olunan gönüllü yapılar gibi sorgusuz biatlerle ve ötekini yok etmeyi şiar edinmiş kişilikler revaç görmekte…Nerden baksan perişanlık…

                       Bir türlü anlamaktan uzaktık…ya da anlamak işimize geliyordu…Allah, yaşamı bir formül üzerine inşa etmişti. Buyruğunda her daim belirtmişti bu hususu…Dua, aslında fiildir. Ne ediyorsan karşılığını alırsın. Başımıza gelenlerin sebebini kendi elimizle yapıp ettiklerimizden olduğunu hep hatırlatmıştı. Kaderin bir ölçü olduğunu ve bu ölçünün Allah’ ın yasaları olduğunu bir türlü anlayamamıştık.

                       Nasıl bir düşünce ve yaşam inşa ediyorduk? Olup biten evrensel zulümlere tepki gösterirken kendi içimizdeki zulümlerden haberimiz yoktu. Bir türlü bilemedik; ya da görmek istemedik. Ulu davaları yüklenebilmek için evvela kendimizle olan savaşı kazanmalıydık. Emperyal zulme kin kusarken, kendi kardeşlerimizin haklarını yedik. En basit düzeydeki hak hukuk meselesinde bile vicdanımız tınlamadı. Kardeşinin elindeki ekmeye, ya da hakkına göz dikenlerin nasıl bir inancı olabilirdi ki? Bu neyin savaşıydı. Ortalama insan formasyonunu bile kazanmadan kendimizi yüce davaların savunucusu olarak görmek gibi onulmaz bir travmanın içinde olmak ne hazin durum. Bir düşünelim…Bir süreliğine kendimizin dışına çıkalım ve kendi yapıp ettiklerimize bir üçüncü göz olarak bir bakalım…Kendimizin hangi kertede bir insan olduğumuza bir bakalım. Bu halle evrensel/kutsal hiçbir davayı sırtlanamayacağımızı bir anlayalım. Düzeltme işine kendimizden başlayalım…Önce, inancımızı bir sorgulayalım…Biz neye inanıyoruz; inancımızın ana parametreleri ne…Pratiklerimize bakalım; her gün kimin hakkını yiyoruz. Diye…

                       Evvela, içimizde bir sızı oluşsun. İnsani bir sızı…Bulunduğumuz pozisyonlara, nasıl geldik diye soralım…Pozisyonlara gelmek için kime ne dalkavukluklar yaptık…Kimin hakkını yedik…Kime iftiralar attık. Pozisyon edinmek için birilerini mi aradık…Her “talebin” birilerin hakkını gasp etmek olduğunu hiç düşündük mü? Bu sorulara gönül rahatlığı ile cevap verebiliyorsak o zaman yüce bir davayı yüklenebiliriz. Bu sorulara olumlu cevaplar veremiyorsak en iyisi kendimizi kandırmaktan vaz geçelim. En azından numara yapmama erdemini bari kendimizde görelim. Kıldığımız namazların da bir hükmü olmadığını anlayalım. Ramazan ayındayız…Bir hak ihlali ile iaşe ediniyorsak tutulan orucun bir anlamı olmadığını bilelim… Filistin davasına sahip olabilmek için evvela bu yollardan geçmek gerektiğini hakikaten anlayalım ki, ümmeti bekleyen bir cennet olabilsin… Ulvi bir dava yüklenmek için önce kendi  putlamızdan kurtulmanın ön koşul olduğunu bilelim.

                       16 Mart 2003`te barış gönüllüsü Rachel Corrie Filistinli bir ailenin evinin yıkılmasını engellemeye çalışırken bir İsrail buldozeri tarafından öldürülmüştü. Aşağıdaki mektubu yazarken daha 11 yaşındaydı. Rachel belkide bizim bu yaşta eremediğimiz vicdanına o küçük yaşta sahipti...

                       Sevgili Asker,

                       Sanirim bu dünyayı anlamıyorum. Cünkü evinden uzak olmana anlam veremiyorum. Neden insanlar birbirleriyle uyuşmazlar? Neden barış hala bir hayal ve savaş cok yakınımızdaki bir gerçek? Belki cahilliğimden söyluyorum bunu ama neden her gün kırk bin çocuk ölüyor anlam veremiyorum.

                      Biliyorum, ben sadece şiir yazan, not kaygısı taşıyan ve makyaj yapan bir ilkokul ogrencisiyim. Ama daha büyükk şeyler hakkında da endişe duyuyorum. Balinalar ölüyor diye ozon tabakası yırtılıyor diye agaçlar kesiliyor diye. Sanırım herkes bunlar hakkında biraz endişe duyuyor.

                      Soguk elleriyle su birikintilerine uzanıyorlar. Her sabah, bahçemde yürürken çimler kıtırdıyor. Gökyüzü, ufuk çizgisinden tepelere kadar uzanan gri bir kanvas. Üzerine beyazdan martIlar sıçratılmış; sarı gözlerini dünyaya dikip, daireler çizerek uçuyorlar. Kanatlarını dondurup hızla yükselişleri oyle sukunetli ve güzel ki...

                      Bu gezegeni düşündüğümde aklımın içinde yankılanan bin çeşit şey var. Ama barış ve işbirliği bunların hep önünde..."

                        Vesselam.