Türk aydınlanması, Osmanlının son yüz yılı ile başlayan ve devam eden bir süreçtir. Tüm sosyal, kültürel ve siyasi açmazlarımızın nedeni olarakda hep tartışma konusu olmaya devam etmektedir.  Aydınlanmanın nasıl ve neden başladığı, bu sürecin nasıl işletildiği ve kimler tarafından bir proje olarak sunulduğu, uygulanan yöntemlerin niteliği halen tartışılır olmasının yanında, ülkemizin bu günkü sorunlarının kaynağının da bu sürecin nasıl yönetildiği/yönetilemediği sorusunda saklı olduğunu da düşünmek gerekir.

       Türk edebiyat/düşünce dünyası, aydınlanma serüveninde ki karmaşadan nasibini almış olup; fikir ve edebiyat dünyasındaki gelgitler ve tartışmaların bir şahsiyet üzerinde abideleştiğini görürüz: Necip Kazıl Kısakürek…

       O’nu ilk kez Ortaokul birinci sınıftayken bir müsamere etkinliğinde bir öğretmenimizin okuduğu (isminin türkü olmasına rağmen kendisinin şiir olduğu) “Sakarya Türküsü” nü dinledikten sonra, bende bıraktığı etki sonucu araştırmaya yönelmiştim. Ünlü bir şairmiş… O dönemde şiirin taşıdığı anlamdan ırak olarak, sadece ses ve kelimelerdeki ahenge kendimi kaptırmıştım. Şiirdeki derinliğin fark edilişinden öte; en cılız ve kabiliyetsiz bir seste bile insanı etkileyen bir uyumu görürdünüz Sakarya da… Yine lise öğrenimimizi devam ettirirken, lise 2. Sınıfın sonlarına doğru 25 Mayıs günü bir dostumun yanına uğradığımda daha selamlaşmadan; -Üstad vefat etmiş duydun mu? Dediğinde, birden aklıma gelen ismin Necip fazıl olduğunu hatırlıyorum ve o an için içimin burkulduğunu hissetmiştim. Daha yeni yeni tanımaya başladım üstadı. Evvela o dönem kendi sesinden bir şiir kaseti vardı onu almıştım ve birçok kere dinlemenin ardından kitaplarına doğru yöneldim. Önce çile, ardından diğer serileri derken üstadı biz nebzecik anlama noktasına geldim. Üstadın mühim şiirlerini ezbere bilmem nedeniyle bulunduğum ortamlarda “Sakarya Türküsünü” söylemeyi zoraki bir görev olarak yüklenmek zorunda kalmıştım.

       Türk modernleşme serüveninin çalkantılarını kendi tarihsel gerçekliği içerisinde anlamak için bence Üstad’ ı da anlamak gerekir. Kırılmaları, çatışmaları, buhranları, çelişkileri ve çileyi üstad’ ın hayatında görebiliriz.

“Bir bardak su gibi çalkandı dünya;
Söndü istikamet, yıkıldı boşluk.
Al sana hakikat, al sana rüya!
İşte akıllılık, işte sarhoşluk!”

     Doğu/batı arasındaki fay hattını ve bu hattın ontolojik farklılığını, çıkış yolu olarak Büyük Doğu ideolocyasını kendi manifestosu olarak ortaya koymuştur. Batı düşüncesini ve bu düşüncenin temel parametrelerini derinliğine bilen ve bu düşüncelerin açmazlarını ve özellikle mekanik bir dünyaya hapsedilen batı medeniyet tasavvurunu acımasızca eleştiren; çözüm olarak ve anlam arayışında kendi öz kültürünü evrensel bir dille ifade eden bir şahsiyetti üstad.

“Gece bir hendeğe düşercesine,
Birden kucağına düştüm gerçeğin.
Sanki erdim çetin bilmecesine,
Hem geçmiş zamanın, hem geleceğin.

Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!
Heybem hayat dolu, deste ve yumak.
Sen, bütün dalların birleştiği kök;
Biricik meselem, Sonsuza varmak...”

       İdeolocyasında kendi dışındaki izm lerin çözüm üretemeyeceğine vurgu yapar. Gençliğe Hitabesinde; “Emekçiye "benim sana acıdığım ve yardımcı olduğum kadar sen kendine acıyamaz ve yardımcı olamazsın! ama sen de, zulüm gördüğün iddiasıyla, kendi kendine hakkı ezmekte ve en zalim patronlardan daha zalim istismarcılara yakanı kaptırmakta başıboş bırakılamazsın!", kapitaliste ise "Allah buyruğunu ve resul ölçüsünü kalbinin ve kasanın kapısına kazımadıkça serbest nefes bile alamazsın!", ihtarını edecek... kökü ezelde ve dalı ebed de bir sistemin aşkına, vecdine, diyalektiğine, estetiğine, irfanına, idrakine sahip bir gençlik...” diyerek hayatın tüm alanlarına, özellikle üretim/sermaye süreçlerinde sömürülen/ihmal edilen insana inancın çerçevesinde hitaplarda bulunur.

       Osmanlının batı karşısında medeniyet inşa edememesinin kabahatini kendi atasında görür. “Annesi, babası, ninesi ve dedesi de içinde olsa gelmiş ve geçmiş bütün eski nesillerden hiç birini beğenmeyen, onlara "siz güneşi ceketinizin astarı içinde kaybetmiş marka Müslümanlarısınız! gerçek Müslüman olsaydınız bu hallerden hiçbiri başımıza gelmezdi!" diyecek ve gerçek Müslümanlığın "ne idüğü"nü ve "nasıl" ını gösterecek bir gençlik...”

      Birey olmadan ait olunmayacağını hitabesinde seslendirir. Her zaman tartışılagelen biat etme ve birey olma kavramlarını kendi penceresinden yorumlar. Biat kültürü ve birey olma noktasında kendi tasavvur ettiği gençliğin hiçbir zaman sorgusuz biat etmemesini; yüksek bir özgüven ve donanıma sahip olmasını ister. Aslında, direkt olarak kendine güvenen “bireye” vurgu yapar. “Kim var!" diye seslenilince, sağına ve soluna bakınmadan, fert fert "ben varım!" cevabını verici, her ferdi "benim olmadığım yerde kimse yoktur!" duygusuna sahip bir dava ahlâkını pırıldatıcı bir gençlik...”

       Üstadı edebiyat kitaplarımızda hiç görmezdik önceleri… O gerçekten büyük şair ve aksiyon adamıydı. Onun düşünce dünyasında, üslubunda yahut esnemeyen keskin duruşunda elbette eleştirdiğimiz yönler olabilir. Lakin anlam dünyamızı şekillendirirken, bu ülkenin çocukları onu mutlaka tanımalı diye düşünüyorum. O’ nun doğum gününün ertesi günü, aynı zamanda öldüğü gündür. Onu rahmetle anıyorum.

Zafer ÖZER