Osmanlı dönemi edebiyatçılarımızdan olan ve 'Şair Eşref' lakabı ile tanınan Eşref Bey’in yazıhanesine bir gün genç bir adam gelir. Ömründe ilk kez gördüğü bu gencin, Eşref Bey’den bir isteği vardır. Yazmış olduğu şiirler hakkında Eşref Bey’den bir değerlendirme yapmasını istemektedir. Gencin adı Mehmet Kemal’dir. Eşref Bey, gencin yazdığı şiirleri beğenmekle kalmaz, gencin adını da “Namık Kemal” olarak değiştirir.

Namık Kemal büyür, “Vatan ve Hürriyet Şairi” olur. Manastır Askeri Lisesi’nde Matematik öğretmeni olan Yüzbaşı Mustafa Bey, Namık Kemal’i çok sevmektedir. Zaman zaman öğrencilerine onun şiirlerini okur. Öğrenciler bu şiirlerden etkilenirler. Ama bir tanesi vardır ki, o diğerlerinden farklıdır. Adı Mustafa’dır. Çok geçmeden öğretmen-öğrenci ilişkisinin yerini, usta-çırak ilişkisi alır. Genç Mustafa’nın dudaklarından “vatan”, “millet” sözcükleri dökülür olmuştur artık.

Bir zaman sonra Yüzbaşı Mustafa’nın, Genç Mustafa’ya verebileceği pek fazla bir şey kalmaz. Bir gün Genç Mustafa’yı yanına çağırır. Ona, fikirlerinden etkilendiği Namık Kemal’in adından esinlenerek “Kemal” adını verir. Mustafa, kemale erip olgunlaşmış; Yunus gibi, yollara düşme vakti gelmiştir zira.

Mustafa Kemal, bugün Suriye olarak anılan Osmanlı vilayetine stajını tamamlaması için piyade önyüzbaşı olarak atanır. Ama gerçekte bu bir sürgündür. O dönemde İstanbul, Selanik, İzmir gibi yurt köşelerinde türlü türlü dernekler kurulmaktadır. Kimi liberaldir, kimi sosyalist... Kimi eşitlik ister, kimi zenginlik... Kimi İngiltere’ye bel bağlar, kimi Almanya’ya... Mustafa Kemal de bir dernek kurar. Şam’da, 1906 yılında kurulan bu derneğin adı “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti”dir. Çünkü vatanın namusu, milletin bağımsızlığı tehlikededir. Ve o bir vatanseverdir.

Gün gelir, İtalya, Osmanlı’nın bugün Libya diye anılan Batı Trablus Vilayetine saldırır. Teşkilat-ı Mahsusa, seçkin subaylardan bir takım (team) oluşturarak, (Toplam on bir subaydır.) Enver Bey (Paşa) başkanlığında, bu vatan topraklarına gönderme kararı alır. Takımda, Mustafa Kemal de vardır. Subaylar, askeriye elbiselerini çıkarıp, sivil olarak Batı Trablus’a giderler. Mustafa Kemal bunu yıllar sonra Anadolu’da bir kez daha yapacaktır.

Şimdi bir derkenar (antiparantez) açıp, Osmanlı Devleti’nin niye ordu gönder(e)mediğine değinelim. Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın, Osmanlı’ya ihanet etmesi ve sonradan uluslararası bir boyut kazanan karışıklıklara neden olması yüzünden Mısır, İngilizlerin işgali altındadır. Aslında Mehmet Ali Paşa, şimdilerde Saddam Hüseyin’in yaptığını yaparak sömürgecilere (İngilizler) bahane hazırlamıştır. Bu nedenle karayolu ile ordu gönderilemez. Osmanlı donanma da gönderemez. Sultan Abdülaziz Han’a karşı yapılan darbede etkin rol oynadığından ve işler çığırından çıkıp, Padişah’ın katledilmesine kadar gittiğinden dolayı, yönetim ve halkın gözünde donanma şüpheli/sabık bir kurumdur. Hatta Yılmaz Öztuna, İlber Ortaylı gibi bazı tarihçiler Osmanlı savaş gemilerinin boğazda çürümeye terk edildiğini ve o tarihte büyük bir deniz savaşını kaldıramayacak durumda olduğunu ileri sürmüşlerdir.

Osmanlı (Türk) subayları, Yavuz Sultan Selim döneminde bölgeye zorunlu göç ettirilen ve kimi kaynaklarda 200 bin çadır oldukları kaydedilen Karamanoğlu Avşarlarından ve bir kısım Araplardan oluşan yerli halkı kısa sürede örgütleyerek, İtalyanları sahil şeridinde durdurmayı başarırlar. Özellikle sokak savaşları çok çetin geçer. Osmanlı subayı Mustafa Kemal, elinde 'revolver' marka tabancası ile bu sokak vuruşmalarına bizzat katılır. Yine böyle bir vuruşma sırasında, bir el bombasının çok yakınında patlaması sonucu gözünden yaralanır. İlerleyen zamanlarda gözündeki rahatsızlık artıp, kör olma tehlikesi ile karşı karşıya kalan Teşkilat-ı Mahsusa’nın bu gözü pek subayı, -arkadaşlarının ısrarı ve hatta Enver Paşa’nın zorlaması ile- Bulgaristan’a giderek, Sofya’da yeni açılmış olan Avrupaî bir hastanede tedavi olur. Ateşemiliterlik görevinin içyüzü budur. Ama tarih kitaplarımız nedense bunu yazmaz. Emrindeki az sayıda Mehmetçik ile, Basra’ya kadar inmeyi kurgulayan (plan) Rus kolordusunu Bitlis’te durdurup; geri püskürttüğünü yazmadığı gibi!

Gün gelir yedi düvel Çanakkale önlerindedir. Osmanlı Devleti’nin boğazını sıkmaya; Türkleri, Türkistan’a (Orta Asya) kovmaya gelmişlerdir. Mustafa Kemal, 57. Alay ile bir destan yazarak, savaşın seyrini değiştirir. Bu arada yeri gelmişken bir hatırlatma yapalım. Bazıları çıkıp da “Savaşın kaderini değiştirdi.” diyorlar ya... Kader değişmez cancağızlar. Değişen şey kader olmaz zira.

Neyse, Çanakkale Savaşları ile tarihin seyri de değişir. Ne Çarlık Rusya’sı kalır ortada, ne 'güneş batmayan' İngiliz Krallığı… Geride, 'hasta adam' dedikleri yaralı aslan Osmanlı’nın Plevne’den, Akka’dan sonra son öldürücü pençesinin hatırası yani Çanakkale destanı kalır.

Başta İngiltere'nin Bahriye Nazırı Churchill (Çörçil) olmak üzere, Çanakkale’de Batılıların yüreğine öyle bir korku sinmiştir ki... Birkaç yıl sonra, takati (güç) tükenip de tarihin tozlu sayfalarına devrilen Osmanlı aslanının naaşını kaldırmak için toplandıklarında; çoktan doğmuş olan ve Ankara’dan kendilerine kafa tutan yetim yavrunun kükremelerini duyunca apışıp kalırlar. Üstelik Churchill (Çörçil) bu kez de Harbiye Nazırlığı koltuğunda oturmaktadır. Atina’dan çıkıp gelen sırtlan sürüsü, Mehmetçiğin pençeleri ile perişan olurken; Türk’ü köleleştirmeye niyetlenen sömürgeciler de kuyruklarını kısarak “geldikleri gibi giderler.”

Milletlerin tarihi, insanların hafızası gibidir cancağızlar. Bu nedenle yeni nesillere tarihimizi, değerlerimizi öğretmeliyiz. Geçmişte bizi bir arada tutan değerlerimizi geleceğe taşımalıyız ki gelecekte de bir arada yaşamamız mümkün olsun. Bunun yolu da hâliyle tarihimizi doğru okumamızdan geçer. Aksi takdirde birileri çıkar bizim canımıza okur. Haksız mıyım?

Aziz Dolu Atabey 

http://www.facebook.com/groups/azizdolu/
___C*______