Türkiye son iki haftadan beri TEOG ve üniversiteye girişte kullanılacak sınav sistemlerini konuşuyor, tartışıyor. Eğitim sisteminin onlarca hatta yüzlerce sorunu varken, bu sorunlardan sadece %1’i bile etmeyen sınav sistemine odaklaşmış olmak, kısır bir döngü içerisine girmiş olduğumuzun göstergesidir.

Türkiye’de eğitim politikaları genellikle, sürekli olarak değişme özelliğine sahiptir. Veriye dayalı karar verilmediği için, uygulamaların ömrü çok kısa olmaktadır. Üniversite ve TEOG için karar sürecinde olanların elinde ne tür veri vardır? Üniversite sınav sisteminde YGS ve LYS ile ilgili araştırma yapıldı mı? MF-3 puanı ile alan fakültelerde, bu puan türü ile seçilen öğrencilerin çok başarısız olduğu, bu sebeple fakültede eğitimin kalitesinin düştüğüne yönelik araştırmalar var mı? MF-4 puanı ile alan mühendislik fakülteleri, bu puan türünde seçilen öğrencilerin dört işlemi yapmada sorun yaşadıkları, toplama, çıkarma yapamadıkları, çarpım tablosunu bile bilmediklerini mi rapor ettiler? Veriye dayalı karar böyle alınır. Bu tür veriler olmadan alınan kararlar 2 yıl sonra ani bir kararla tekrar değiştirilebilir.

Sınav sistemleri, modelleri kutsal metinler değildir. Elbette ki eksik ve hatalı yönleri varsa değiştirilip yeniden düzenlenebilir. Şu anda yapılan uygulama sistemi iyileştirip geliştirmekten ziyade, tamamen değiştirmeye yönelik bir özellik taşımaktadır. Başka ülkelerdeki modelleri görüp beğenmekle eğitimde iyileştirme politikaları gerçekleşmez. Her eğitim sistemi kendi içerisinde özel ve özgün özellikler taşır. Finlandiya’da ortaöğretime geçişte sınav yok, bizde de olmasın demek için, okullar arasındaki başarı farkını birbirine yaklaştırmak gerekir. Finlandiya’nın nüfusu 5 milyon 500 bin civarındadır. 1 milyondan daha az öğrencisi vardır. Bu modeli 80 milyonluk nüfusu, 25 milyonluk öğrenci potansiyeli olan ve OECD verilerine göre iki okul arasındaki farkın 60 puana yaklaştığı bir ülkeye uyarlamaya çalışmak hatalı bir durum olacaktır.

Dünya nüfusunun yaklaşık %5’i üstün zekâlı olarak kabul edilir. Her ülke özellikle ortaöğretime geçiş sürecinde bu üstün zekâlıları bulma, özel bir programla, özel bir okulda ve kendileri gibi özelliklere sahip öğrencilerle birlikte eğitmek isterler. Bu %5’lik popülasyon o ülkenin bilim, sanat ve edebiyat alanlarında ivme katetmesinde etkili olur. Türkiye %5’lik üstün zekâlı potansiyeline ulaşamadığı gibi, eğittiği potansiyel yaklaşık %2,5 düzeyinde kalmaktadır. Başka bir anlatımla Türkiye üstün zekâlı öğrencilerinin %50’sini kaybetmektedir. İsrail’de ise üstün zekâlı öğrencileri eğitme oranı %11’e kadar çıkmaktadır. Herkesin mahalle okuluna gittiği bir sistemde, üstün zekâlıları eğitme, üstün zekâlılara ulaşma şansınız gittikçe azalacaktır. Ulaşamadığınız ve eğitimediğiniz bu çocuklar geleceğin kumarbazı, alkoliği ve müthiş hırsızı olarak karşımıza çıkacaktır. Ortaöğretime geçişte sınavsız modellerin dışındaki modellerin hemen hemen hepsi, üstün zekâlıları çöpe atmanın dışında hiçbir özelliğe sahip değildir. Not ortalaması, portfolye, öğretmenler kurulu kararları, e-okula dayalı kayıt sistemi de dahil, bu potansiyelin heba edilmesine sebep olacaktır.

Her öğrenci sınava girmek zorunda değildir. Ancak, her okuldaki %5’lik dilimi merkezi yapılan sınava almak, eşit ve adaletli bir yaklaşım değildir. Çünkü bu öğrenciler kendi okullarının sosyo-ekonomik düzeyi yüksek olduğunda ilk %5’lik dilime giremeseler bile, başka bir okulda ilk %1’lik dilim içerisinde yer alabilirler. Merkezi bir sınav, özel niteliklere sahip öğrencileri saptamada etkili olabilir. Bu sınav TEOG türü bir sınav değildir. TEOG bilgiyi ölçmektedir. Ortaöğretime geçişte üstün zekâlı öğrencileri saptayacak, zekâ sorularından, genel yetenek testlerinden oluşacak bir sınav türüne ihtiyaç vardır. Bu sınav türü ile seçilecek öğrenciler, özel bir ortaöğretim programı ile yükseköğretime yerleştirilebilir. Geri kalan dağılım için, başarı farkı 5 puana kadar indirilmiş genel liselere ve meslek liselerine sınavsız bir biçimde adrese dayalı olarak yerleştirilmesinde bir sakınca bulunmamaktadır.

Üniversite sınavlarını kaldırmak, kaldırılacağını söylemek popülist bir politikadır. 2 milyonun üzerinde adayın sınava başvurduğu bir ülkede böyle bir iddiada bulunmak, Türkiye’nin gerçekleri ile örtüşmez. Sınavsız üniversite demek binlerce öğrencinin Ankara Hukuk Fakültesi ve Hacettepe Tıp Fakültesine kayıt yaptırması anlamına gelir. Sınavın dışında kullanılacak her türlü ölçüt nesnellikten uzak ve sübjektif bir değerlendirme özelliği taşıyacaktır. Geçen hafta yazdığım makalede de belirttiğim gibi, sınavlar öğrencilerin aynı zamanda hazırbulunuşluk düzeyini ölçer. Örneğin, LYS’ye giren bir öğrenci 80 matematik sorusundan 74, 30 fizik sorusundan 28, 30 kimya sorusundan 30, 30 biyoloji sorusundan 29 doğru yaptığında aldığı puanla Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesini kazanabileceğini, kazandığı zaman bu üniversitede uygulanan programı kaldırabilecek, başarabilecek kapasitede olduğunu ifade eder. Sınav yapmadan bu durumu anlamak imkânsızdır. Ayrıca pek çok üstün zekâlı öğrencinin, akademik başarıları hem çok yüksek değildir hem de not ortalamaları oldukça düşüktür.

Sonuç olarak hem ortaöğretime giriş hem de yükseköğretime giriş için sınavsız bir modelden söz etmek, özelliklede Türkiye açısından imkânsızdır. Burada tartışılması gereken sınavın olup olmayacağı değil, sınavın içeriğinin ne olacağı ve neyi ölçeceğidir. Arz ve talebin bu kadar fazla olduğu bir ülkede merkezi sınavın dışında bir modelden söz etmek, kamu vicdanını yaralamaktan başka bir işe yaramaz. Sınav sayısını ve soruları azaltmak da doğru değildir. Sınavda soru sayısının fazla olması, daha güvenilir ölçme ve değerlendirme yapılmasını sağlayabilir. Sınavın 2 haftada yapılmasında da bir sakınca yoktur. Önemli olan hak edenlerin, yeterli ve nitelikli olanların seçilip yerleştirilmesi ve eğitilmelerinin sağlanmasıdır.