Mahallede bilye oynayan ilkokul birinci sınıf öğrencilerini izledim. Toprak zemine açtıkları kuyuya yaklaşık üç metre uzaktaki çizgiden bilyeleri sırayla atıyorlar ve kuyuya kim daha fazla bilye sokabilirse oyunu o çocuk kazanıyordu. Her çocuğun beş defa peş peşe atma hakkı vardı. Her bilye atılışından sonra çocuklar yüksek sesle sayıyorlardı. Beşte bir, beşte iki… Örneğin, beşte üçün anlamı: Oyuncu beş atış yapmış sadece üçünü kuyuya sokabilmişti. Bu çocukların oyunlarını bir müddet izledikten sonra, henüz birinci sınıftaki bu çocukların kesir kavramını öğrenmediklerini, ancak kesir sayılarını kullandıklarını fark ettim. 3/5 (beşte üç ya da 3 bölü 5) Bir bütün 5 parçaya bölünmüş ve 3 parçası alınmış anlamına gelmekte. Bu çocukların çoğunluğu muhtemelen okulda öğretmenin anlattığı kesir, ondalık kesir kavramlarını öğrenmede sorun yaşayacaktır. Oysa bu çocuklar henüz kesir konusu işlenmediği halde, oyunlarındaki skorları kesirlerle ifade etmektedir. Çocuklar nasıl öğrenmekte, nasıl öğrendiklerini transfer edebilmektedir?

Canlılar içerisinde en uzun süre bakıma muhtaç olan varlık insandır. Çocukların yetişkin olana kadar, ortalama 18 yaşına kadar korunması gerektiği algısı hemen hemen her kültürde vardır. 18 yaş reşit olma yaşı olarak kabul edilir. Çocukların hayatları boyunca öğrendikleri bilginin %80’ini 0-36 ay içerisinde gerçekleştiği ileri sürülmektedir. Bu dönemde çocuk nasıl öğrenmektedir? Öncelikle bilinmesi gereken en önemli konu, her çocuğun öğrenme istek ve arzusuyla doğduğu gerçeğidir. İnsanın doğasında öğrenme içgüdüsü vardır. Bu öğrenme içgüdüsü ile çevreyi izler, çevreden gördüğü, kokladığı, dokunduğu nesnelerle öğrenme sürecini başlatır. Çocukların en önemli özelliği, öğrenme sürecinde hissettiği ilgi ve merakıdır. Sobanın sıcak olduğunu, sobaya dokunduğunda elinin yanacağını bir iki denemeden sonra öğrendiğinde sıcak nesnelerden uzak durmaya, derinlik algısı gelişmesiyle birlikte yüksekten düşeceğini öğrenmeye başlar. Dil öğrenirken çevresini dinler, kavramları öğrenir ve belirli bir olgunluğa ulaştığında konuşmaya başlar. Çocuğa bu aşamada herhangi bir dilbilgisi eğitimi verilmez. Çocuk doğal ortamındaki iletişim ve etkileşimi ile öğrenir. Örneğin, anne bak Ahmet, şimdi sana bir cümle söyleyeceğim, dikkatli dinle. Ahmet okula gitti. Bu cümlede “gitti” yüklem, kim gitti? Ahmet, özne ve “okula” dolaylı tümleçtir, şeklinde dil öğretmez. Çocuk bir durumu, bir düşünceyi ya da bir isteği doğal ortamında gözlem yaparak, kendine has yöntemlerle öğrenir. Aynı çocuğu üniversiteden mezun edene kadar herhangi bir yabancı dili öğretmeye çalışsak bile, yeteri düzeyde yabancı dil öğretemediğimize şahit oluyoruz. Burada yaşadığımız sorun, çocuğun okula gitmesi ile birlikte öğrenciye “subjet + verb + object” diyerek, bir kalıba sokarak yabancı dil öğretmeye teşebbüs etmemiz mi yatmaktadır? Acaba o dilin doğal süreçleri işe koşulmuş olsa öğrenciler daha kolay yabancı dil öğrenebilir mi?

Romanya’ya bir proje kapsamında gitmiştim. Romanya’daki lise mezunlarının Romanca, İngilizce, Almanca ve Fransızca gibi dilleri günlük yaşantılarını aksatmayacak şekilde öğrendiklerini söylediler. Nasıl öğrendiklerini merak ettiğimde, öğrenmenin okulda olmadığını, öğrenmenin hayatın doğal sürecinde gerçekleştiğini öğrendim. Romanya’daki televizyonlar yabancı filmleri kendi dillerine çevirmeden çoğunluğunu alt yazılı olarak yayınladıkları, bu filmleri yaklaşık 2-3 yıl düzenli izleyen kişilerin konuşma, dinleme, anlama ve yazılı olarak ifade becerisini kazandığını ileri sürdüler. Gramer eğitimi almadan, gramer kurallarını bilmeden dili doğal ortamında kendilerine has öğrenme yöntemleri ile öğrenmeleri, çocuğun anadilini öğrenmesinden biçim olarak hiçbir farkı bulunmamaktadır. Tatil beldelerimizde çoğunluğunun ilkokul diploması bile olmayan kişilerin, turistlerle İngilizce, Almanca konuştuklarına şahit oluruz. Bu kişiler, yabancı dili doğal ortamında etkileşim yoluyla öğrenmişlerdir.

Çocuk, sosyal yaşantısında gözlem yaparak, yaşadığı ya da duyduğu olaylara karşı ilgi duyarak araştırmaya ve öğrenmeye başlar. Ailesiyle ormana gider, ormanda babasının bazı mantarları topladığını, bazılarını da toplamadığını fark eder. Toplanmayan mantarların zehirli olduğunu öğrenir. Kendisi de mantar toplamaya başar ve babası ya da annesi, topladığı mantarlar içerisinde zehirli olanları ayırıp atar. Çocuk, zehirli mantarları her gördüğünde tanımaya ve ayırt etmeye başlar. Topladığı mantarları evde temizleyip yemek yapan annesini izler ve yemek yapmayı öğrenir. Öğrenme doğal ortamında, çocuğun doğasındaki öğrenme motivasyonu ile doğru orantılıdır. Tüm süreçler, çocuğun ilgi, ihtiyaç ve merakıyla ortaya çıkar.

Çocuklar okula geldikleri zaman, öğretmen çocukların ilgi ve ihtiyaç duymadıkları konuları zile ve müfredata bağlı olarak öğretmeye çalışır. Öğretmenin kaygısı yılsonuna kadar müfredatı yetiştirmektir. Çocuk, okulda ihtiyaç hissetmediği, ilgi duymadığı yüzlerce bilgiyi öğrenmesi, hafızasında tutması, gerektiğinde cevaplandırması hatta transfer ederek bir problemi çözmesi istenir. Öğrenci kendi beklentilerinin dışında başkasının kendisine biçtiği rolü oynamaya başlar. Bazı öğrenciler bu süreçte başarılı olmasına rağmen bazıları bu sürecin, bu yöntemin elemanı değildir. Bu tip özelliklere sahip çocuklar için etiket, damga hazırdır: “Tembel”, Haylaz”, “İlgisiz”…

Okul, çocuğun doğasında bulunan ilgi, ihtiyaç ve merakı; müfredat, zilli eğitim, kural, ceza ile kaybetmesine, kendisinden istenen ve beklenen özelliklere göre format çekmesine neden olur. Bu aşamadan sonra kazanılan ve kaybedilen öğrenciler ortaya çıkmaya başlar. Çocuğun doğasına uygun olmayan öğrenme ürünleri, çevresinde görmediği, öğrenme ihtiyacı hissetmediği pek çok şeyi öğrenmek zorunda kalması, eğitim-öğrenme yaşantısını eziyet haline dönüştürür. Öğrencilerin bir kısmı, okulu bırakma, okuldan kaçma, başarısızlıktan dolayı sorunlu bir öğrencilik dönemi yaşamak zorunda kalır. Bu durum hemen hemen her ülke eğitim sisteminin en önemli sorunları arasında yer alır. Bu sorunlara bir de öğrenilmiş çaresizlik eklendiğinde içinden çıkılmaz ve çözüm bulunamaz sorunlar yumağı ortaya çıkar ve kartopu etkisi ile büyümeye başlar.

Sonuç olarak; öğrenme her çocuğun doğasında vardır ve her çocuk doğal ortamında kendisine has yöntemlerle öğrenir. Çocuk çevresini izler, merak eder, araştırmaya başlar. Çocuk ilgi duyduğu alanlarda bilgi sahibi olmak için çaba sarf eder. Okul, çocuğun bu doğal zenginliğini göz önüne alarak eğitim-öğrenme ortamlarını buna göre oluşturmak ve buna göre sunmak zorundadır. Müfredat çocuğun hazırbulunuşluk düzeyine, ilgi ve ihtiyaçlarına göre düzenlendiğinde, çocuğa göre hazırlandığında, öğrenme ortamları yaratıldığında akademik başarı artmaya başlar. Eğitim-öğretim faaliyetleri, okulun dışına çıkmaya, sosyal ortamlar öğrenme ortamı olarak algılanmaya, öğrenmenin pekiştirildiği alanlar yaratılmaya başlandığında üst düzeyde öğrenme gerçekleşir. Zilli eğitim, çocukları Pavlov’un köpekleri gibi şartlı tepkiye zorlar. Aynı zamanda kendilerini kontrol etmelerini ve sorumluluk duygusunu geliştirmelerini de engeller. Öğrenciler derse giriş - çıkış saatlerini saatlerine bakarak ayarlamış olsa, otokontrol becerisini de geliştirmiş olur. Çocuklar okula geldiklerinde öğrenmeye açık, öğrenmeye hazır özellikler gösterir. Sabit müfredat, cezaevine benzeyen okul, sürekli öğrenciyi notla tehdit eden öğretmen, basmakalıp ders kitapları, günü birlik değişen mevzuat ve zilli eğitim bu öğrenme motivasyonunu yok eder.