“Benim memurum işini bilir.” geyiği ile başladığı iddia edilse de kapıkulu taifesinin (günümüz Türkçesi ile devlet memurunun) rüşvetle, iltimasla, yolsuzlukla imtihanı ta Osmanlı’nın duraklama dönemlerine kadar gider. Makamların, mevkilerin akça (akçe) ile alınıp satılması ile birlikte istikbal hülyalarına dalan kimi kapıkulu taifesi atlastan keselere doldurulmuş çil çil altınlarla yozlaşmanın ve de soysuzlaşmanın kitabını yazmaya başlamıştır. O zamandan bu zamana da bu meşum (uğursuz) kitabın sahifeleri yıldan yıla kalınlaşmıştır. Dahası tabiî (normal) durumlarda reçine yahut mürekkep damlatması beklenen bu sahifelerden lağım derelerine rahmet okuturcasına cerahat akmıştır.

Tarihçiler, Osmanlı Devleti’ni dört evreye ayırır. Kuruluş ve Yükselişten sonra üçüncü evre yani Duraklama dönemi başlamıştır. Türlü hastalıkların, millî bünyemize hücum etmeye başladığı bir dönemdir bu dönem. Misâl, soysuzluk kitabının ilk satırları bu dönemde karalanmaya başlanmıştır. Besmelesiz, haliyle hayırsız başlayan ilk satırlar umumiyetle iltimas kokmuştur. Sonraki yıllarda, rüşvet alma gibi ‘'yüzsüzlük'’ isteyen bir icraatı da başarıyla icra eden kapıkulları, Cumhuriyet döneminde '‘devlet memuru'’ payesiyle şerefyap olarak yoluna devam etmiştir. 1980’li yıllarla birlikte bir merhaleye daha erişen memurlarımız adına ‘'yolsuzluk’' denen icatlarıyla sahneye çıkmışlardır. Namuslu vatandaşlarca ‘'soysuzluk’' olarak nitelendirilen bu icraat ile hamuda kalkan memurlarımız, ‘'biz'’den ziyade '‘ben’'e odaklanmış dahası modası geçmiş eski usul iltiması da bir tarafa bırakarak; çorba parası, makas parası, işe sokma parası ve saire adlar alan dahası ‘'soyu sopu gür'’ atalarımızın yerinde tahlili ile ‘'akmasa da damlayan'’ rüşvet dilenciliğinden de kurtulmuşlardır. Son çeyrek asırda gazetelerin sayfalarını hayalî ihracat haberleri süslemiş, ihale yolsuzlukları alıp başını gitmiştir. İSKİ’ler, İLKSAN’lar, Mavi Akım’lar, silah alımları, müteahhit kazıkları… diye giden bir dizi kokuşmuşluğa katlanmak zorunda kalan milletimiz yıllar yılı öğürüp durmuştur. ‘'Övün'’ diyen Atatürk’ün kemiklerinin sızlaması da cabası…

Bir erkek ceylandan, bir adabalığından ilham alarak misk-ü amber gibi kokması lâzım gelen cemiyet hayatımızın lağım derelerine rahmet okutuyor olması, vicdanı temiz her fert gibi bizim de yüreğimizi burkmaktadır. Dahası ekseriyetle hastanelerde, Halk Eğitimi Merkezlerinde, Yatılı Bölge Okullarında, otobanlarda, bankalarda, belediyelerde, gümrüklerde… bilumum devlet kurumlarına ait çeşitli mahallerde rast geldiğimiz, önlerindeki yal çanağını parlatma telâşındaki zevatın bu tavrı -ister istemez- yüzümüzde istihza ile karışık bir tebessümün peyda olmasına yol açmaktadır. Biz bu noktada ilköğretim talebelerinin, yoğurt çanağındaki parayı bulmak için sergiledikleri masum ve sevimli hallere gönderme yapmaktan ar ediyor ve çanak yalayıcıların hal-i pürmelâllerini leş kargalarının öğün telâşlarıyla bir tutuyoruz canlar. “Teşbihte hata olmaz.” diyen atalara kulak vererek!..

Haddizatında bağımsızlığını bile kendisi kazanmış; vatan bellediği Anadolu’ya cetvel tutturmamış olan bu necip millet yol kenarlarına kurulan, ‘'ekip otosu'’ namıyla maruf (bilinen) çorba kazanlarının altını harlamaktan da ameliyathane kapılarında makas tezgâhları açmaktan da bıkmıştır. Sumenlerin altına şefte (siftah) parası sıkıştırmaktan; bunu yaparken de içten içe ana-avrat düz gitmekten usanmıştır. Devlet kapılarında ‘'adam'’ aramaktan da gına gelmiştir bu millete. Bu millet onun-bunun çocuklarının cebini, midesini doldurmaktan illallah demiştir cancağızlar. Ve biz “Devlet malı deniz, yemeyen keriz.” gavatlığına inat; -üstâd Necip Fazıl'ın deyimiyle- ‘'Allah’ın seçtiği kurtulmuş millet'’ olan bu asil millete olan saygımıza, sevgimize binaen diyoruz ki: Devlet malı namus; yiyen deyyus!.. Var mı bir itiraz?!..

Aziz Dolu Atabey

Serik-25.02.2012