Sümerliler, günümüz medeniyetinin temellerini atan insanlardır. MÖ 4 bin’li yıllarda Hazar Denizi’nin doğusundan gelerek, Fırat ve Dicle nehirleri arasına yerleşen ve Diyarbakır’dan, Basra’ya kadar uzanan topraklarda üstün bir medeniyet kuran; kimilerine göre Türk boyu, kimilerine göre Türklerin ataları, kimilerine göre de Türklerin akrabaları olan ve kendilerini Kengerler (Kengir) olarak adlandıran bu insanların ülkesine ise Sümer denmiştir. Sümerlilerin yani Kengerlerin (Kengir) Türk olup-olmadıklarını kesin olarak bilmemekle birlikte eldeki bilimsel veriler ışığında onların, Türklerle mutlaka ve mutlaka bir bağlarının olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Yerleşen, yerleşik hayat yaşayan anlamlarıyla ilişkili kon, konar, konuk, konmak ve hatta Ergenekon sözcüklerinden hareketle biz, Kenger/Kengir sözcüğünün Kon Gur yani konmuş/yerleşmiş Gurlar anlamına da gelebileceğini düşünüyoruz.

Sümer adının, bir başka Türk/Turanî topluluk olan Subarların (Subir, Sibir) adından hareketle “sudan gelenler/sudan kaçanlar” veya “su adamları” anlamında “Sumer” olarak adlandırılmış olabileceği de bilimsel tezlerden biridir. Sümerlilerle Türklerin yakınlığına ilişkin kanıtlar sadece dil benzerliği ile de kalmamaktadır. Misal Sümerlilerde, krallık gökten inmektedir. Türklerde ise hakanlık, Tanrı tarafından verilmektedir. Tanrıkut veya Tanrı’nın kut vermesi ile Sümerlilerin yani Kengerlerin (Kengir), krallıklarının gökten indirildiğine inanmaları birbirinin tıpatıp aynısı inanç şekilleridir.

Sümerliler ile Türkleri birbirine yakın olarak kabul etmemizin en önemli gerekçelerinden biri sondan eklemeli bir dil kullanmış olmalarıdır. Alfabelerindeki damgaların (harf) çizgileri çiviyi andırdığı için “çiviyazısı" olarak da adlandırılan Sümer alfabesi ile yazılmış kil tabletler günümüze kadar ulaşmayı başarmıştır. Dahası bugün çağdaş (modern) insanın elinden düşmeyen tabletlerin fikir babası da Sümerlilerdir bir yerde. Türkçe ile Sümerce arasında dil yönünden büyük benzerlikler hatta çok sayıda ortak sözcük vardır. Misal Oğuz (Ogur) Türkçesindeki “dur”, “durun”, “durmak” sözcükleri Sümer dilinde de bulunmakta olup; Kengerler “dur”, “durun” sözcüklerini yerleşmek, yurt tutmak anlamında kullanmaktadırlar. Sümer’de şehir adı olarak karşımıza çıkan “Uruk”, Türklerde boy, beylik anlamına gelmekte olup yine yerleşim birimi yani şehir anlamına da gelen bu “uruk” sözcüğünü, biz Türkler boy, soy anlamında kullanırız. Bir başka ortak sözcük “aratta” ise Sümercede bolluk ve bereket anlamındadır. Aynı sözcük Türkistan’da değerli taşlar ve madenlerin olduğu bir bölgenin ve Azerbaycan’da hüküm sürmüş bir boyun (beylik, devlet?) adı olarak karşımıza çıkmaktadır. Aratta sözcüğünün, günümüz Azerbaycan’ında hâlâ bolluk, zenginlik anlamında kullanıldığını da belirtelim. Sümercede yerin altı demek olan “kur” sözcüğü, Türkçede “kurgan” olarak, mezar anlamında kullanılır. Sümerce ve Türkçe arasındaki ortak sözcüklerden bazıları şunlardır: Me-men/ben, abba-aba, adda-ata/dede, anna-ana/anne, agarin-karın, ikki-iki, u(n)-on, di-dimek/demek, dumuzi-tomuz/temmuz, duri-dur/durmak, hapkagak-kapgacak, iri-iri, kagaraşa-kargaşa, kar-parlamak/ışıldamak… Özetle; Sümerce ve Türkçe arasında 400’den fazla ortak sözcük olduğu, dilbilgisi kurallarının benzer olduğu, sözcüklerin kök ve eklerden oluştuğu, eklerin sona geldiği, ses uyumu kuralı olduğu, sözcüklerde dişi-erkek ayrımının bulunmadığı, cümle içinde öznenin başta ve eylemin (fiil) yani yüklemin sonda bulunduğu gibi birçok özellik Sümer-Türk dil bağının kanıtlarındandır. Özellikle Türkmenistan, Güney Azerbaycan, Doğu Anadolu ve aşağılara, Mezopotamya’ya doğru bir kültür akışının, dalgasının olduğu ortaya konulmuş durumdadır. Bu konudaki en çarpıcı örnek ise tanrı sözcüğüdür. Sümercede “Tanrı” anlamına gelen “dingir” sözcüğü, tingir-tengir-tengri-tenri diye giden ses değişimleri ile günümüzde kullandığımız “tanrı” sözcüğüne evrilmiştir.

Nuh Tufanı’nı yazılı olarak kayda geçen ilk halk Sümerlilerdir. Sümerlilerden sonra, bölgede yeni bir siyasî birlik kuran Akadlar zamanında yazılan ve geçmişte Gilgameş (Gılgamış) olarak anılmakla birlikte son yıllardaki bilimsel araştırmalar sonucu adının Bilgameş/Bilgemiş olduğu ortaya konan bir Sümer kahramanının anlatıldığı ünlü destanda Nuh Tufanı ayrıntılı olarak ele alınmıştır. Bildiğiniz üzere Tanrı, Hz. Nuh’a bir gemi yapmasını ve kendisine inanan kişilerle birlikte her canlı türünden birer çifti de gemiye almasını buyurmuştur. Ardından, yağan şiddetli yağmur… Yağmurun kesilmesi ve geminin, günler sonra bir dağa konması… Burada, Hz. Nuh’un çevreyi kolaçan etmesi için güvercin uçurması… Güvercinin, gagasında bir zeytin dalı ile geri gelmesi… Nuh’un, tufanın bittiğini haber vermesi üzerine oğulları Ham, Sam ve Yafes ile diğer inananların tekrar yeryüzüne dağılmaları… Hz. Nuh’un, Ziggurat Dağına gidip, burada şükür için tapınması (ibadet)… Ziggurat Dağı, Türkistan’daki tufan efsanelerinde İthigurat ve/veya Kazıkurt olarak geçmektedir bu arada. Bilgameş (Bilgemiş) adı da Türkçe ile yakından ilgilidir kuşkusuz. Sümercede ve Türkçede bilen, bilgin anlamına gelen bilga/bilge sözcüğü ile yine kişilere soyluluk anlamı veren -miş eki İlalmış, Kutalmış, Toktamış vb. örneklerde görüldüğü üzere günümüz Türkçesinde de vardır. Yine Azerbaycan’ın, Nahçıvan yöresinin eski adının Nuhcivan olduğu ve bu adın “Nuh’un yurdu” anlamına geldiği de unutulmamalıdır.

Sümer tabletlerinden sonra Tevrat ve eski Yunan kaynakları da tufandan söz etmektedir. Hatta eski Yunan’daki tufan efsanesinde geçen isimler bile Sümer efsanelerini çağrıştırmaktadır. Öncesinde de Tevrat, Sümer mitolojisinden esintiler taşımaktadır. Bunların başında da kadının, -Tanrı tarafından- erkeğin (Âdem) kaburgasından yaratıldığı ile ilgili söylentidir. Sümercede kaburgaya karşılık gelen sözcüğün iki anlam taşıdığı; bunlardan ilkinin kaburga kemiği demek olduğu, diğerinin ise “hayat” anlamına geldiği söylenmektedir. Ve “Havva” adının da, hayat ile ilgili olan bu ikinci anlamdan türediği bilinmektedir. Havva’nın sözcük anlamı da zaten “hayatın hanımı” demek olup; evin hanımı, çiftliğin hanımı, konağın hanımı vb. söylemlerdeki gibi bir kullanım alanını ifade etmektedir.

Son yıllarda Türkmenistan’da elde edilen bulgularla, Sümer kalıntıları arasında büyük bir benzerlik ve paralellik olduğu ortaya konmuştur. Bunlar arasında kap-kacak eşyaları, koyun, keçi, boğa çizimleri vb. ilk sırayı almaktadır. Hatta ilk olarak Türkmenistan’da ortaya çıktığı belirtilen dağ keçisi/tekesi motifleri bunların başında gelmektedir. Ki Sümer ülkesinde keçi cinsinin yaşamaması da oldukça ilginç bir durumdur. Dahası Sümer tabletlerinde, buluntularında tespit edilen bazı çizimlerin, desenlerin günümüzde Türkmen halı, kilim, keçe vd. dokuma ürünlerinde hâlâ yaşatıldığını da belirtelim. Yine Sümerlilerin kendilerine Kengir (Kenger) demeleri ile Türkmenlerin, İslâmiyet’ten önce Ogur (Gur) veya Oğuz (Guz/Uz) olarak adlandırılmaları da bir başka dikkat edilmesi gereken husustur. Kenger sözcüğünün günümüzde Türkmenistan, Azerbaycan ve Türkiye’de yer ve kavram adı olarak yaşatıldığı da vakıadır. Sümerlilerin kendilerini “karabaşlı” olarak tanımlamaları ile diğer Türk boylarının aksine Türkmenlerin (Oğuz/Ogur/Uğur) de ekseriyetle siyah saçlı olmasını ise genetik ve fiziksel açıdan ortak özellik olarak kabul etmeliyiz belki de. Ve şu soruyu sormalıyız: Oğuz/Türkmen (Turkman) topluluklarına Avrupalıların, Ogur (Gur); Arapların ve Farisîlerin (Pers) ise Guz (Uz) dediklerinden hareketle Sümerlerin ardından bölgeye inen bir diğer Turanî halk olan Kutlar (Gut), bizim Guzlardan (Oğuz/Ogur/Uğur) başkası değil miydi acaba?

Türkler ve Sümerliler arasındaki bir başka benzerlik yerleşim birimi adlarında görülür. Bildiğiniz gibi Türkler, göçtükleri yerlere eski yurtlarındaki dağ, göl, şehir adlarını da taşımışlardır. Bu açıdan bakıldığında Ur, Uruk, Mari gibi Sümer şehir adlarının Türkmenistan ve Azerbaycan hattında hâlâ yerleşim birimi adı olarak kullanıldığını Türkmenistanlı araştırmacılar ortaya koymuştur. Bugün Moğolistan’da Suber (Sumer) adında bir dağın varlığını da biliyoruz. Moğol efsanelerine göre tufan sırasında ortaya çıktığına inanılan bu Sumer-ula (Sümer Dağı) belki de Nuh’un gemisinin karaya oturduğu dağdır, kim bilir? Dahası bugün hâlâ varlığını sürdüren tarihî Türk şehri Semerkant da pekâlâ Sümerkent adından türemiş olabilir. En önemli bulgulardan biri ise Türkistan’da da “Kenger” adlı bir Türk boyunun varlığını sürdürmüş olmasıdır. Ki Çankırı’nın eski adı olan Kengürü, bu boydan gelmektedir. Türkmenistan’daki Mare adlı yerleşim biriminin, Irak-Suriye sınırına yakın bir yerde bulunan Mari ile aynı adı taşıması ve Boğa Çayı anlamına gelmesi ve daha birçok bilimsel tespitin göz ardı edilmemesi gerekmektedir. Türkistan’daki Balkaş (Balakaş?) Gölünün, Mezopotamya’da “Lagaş” olarak karşımıza çıkması da haliyle. Yine Türkistan’daki tarihî Kiş şehri bugün özellikle Bitlis, Malatya, Şanlıurfa gibi illerimizde bulunan yerleşim birimlerinin adında yaşamaya devam etmektedir. Günümüzde, Baykal Gölü çevresinde yaşayan Uri, Urik adlarının da Sümerlerin Ur kenti ile bağlantılı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Sümer kökenli olan bu “Uri, Urik” adları Adıyaman, Diyarbakır, Erzurum, Van gibi illerimizde yerleşim birimi adı olarak hâlâ yaşatılmaktadır. Doğu Anadolu’da hüküm sürmüş olan Urartuların da bu konuya yani Türkistan-Mezopotamya hattındaki kültür ve medeniyet akımına dâhil edilmesi yerinde olacaktır. Ve tabi Hurrilerin de!..

Yeryüzünde ilk tarımsal faaliyetlerin Türkistan coğrafyasında başladığı ve Sümerlilerin, bu faaliyetleri Ortadoğu bölgesine taşıdıkları da bir başka tarihî tespittir. Tarımsal amaçlı sulama kanalları hem Türkistan’da hem de Sümer ülkesinde yaygın olarak kullanılmıştır. Türkistan’daki dağ kültü ile düz ovalardan oluşan dahası taş bile bulunmayan Sümer ülkesindeki koniyi andıran ve döne döne çıkılan tapınaklar arasında simgesel bir bağ pekâlâ mümkündür. Bu bağı, ön Türkler tarafından kutsallık atfedilen Tanrı ve Altay Dağları ile Tevrat’taki Tur Dağı, Kuran’daki Hıra Dağı arasında inanç yönünden görülen benzerlikte de arayabiliriz. Tur Dağı’nın, Turan’la bir ilgisinin olup olmadığını ise -şimdilik- bilemiyoruz. Yine Anadolu coğrafyasındaki ermiş (eren) veya yatır mezarlarının genellikle dağ ve tepebaşlarında bulunduğu da vakıadır. Ki bu durumun en çarpıcı örneklerinden birini, bir Cuma hutbesinde Kayı Beyliğinin (Osmanlı) bağımsızlığını ilân eden ve büyük olasılıkla Karamanoğlu Avşarlarından olan Dursun Fakıh’ın türbesinde görebilirsiniz. Ünlü fıkıh âliminin türbesi Bilecik-Söğüt karayolu yakınında, çanağı andıran bir vadinin ortasında yer alan piramit şeklindeki tepenin başında bulunmaktadır. İlginç olansa, tıpkı Sümer tapınaklarında olduğu gibi türbeye döne döne çıkılmasıdır. Bilgameş Destanında geçen iki tepeli (doruk) Maşu Dağı’nın, Moğolistan’da bulunan iki tepeli Sumer Dağı mı olduğu yoksa Büyük Ağrı ve Küçük Ağrı’nın mı yahut da Azerbaycan’da bulunan iki tepeli Elburuz Dağı’nın mı kastedildiği noktasında ise kesin bir şey diyemiyoruz. Mimaride kubbeyi ilk kez Sümerlilerin kullanmaları; Türkistan coğrafyasında çadırların, kümbetlerin vd. yapıların kubbeli olması da bir başka ortak özelliktir.

Sümerliler ile Türkler arasındaki ortak noktalardan bir diğeri de iki kültüre ait destanlarda geçen olayların ve olaylarda söz edilen kahramanların benzerlikleridir. Özellikle Dede Korkut efsaneleri ile Bilgameş destanı arasında çok sayıda benzerlik vardır. Bilgameş’in gök boğayı öldürmesi ile Boğaç’ın, azgın boğayı bir yumrukta yere sermesi ve yine Bilgameş’in yaptıkları ile Basat’ın, Deli Dumrul’un, Tepegöz’ün yaptıkları, yaşadıkları neredeyse tıpatıp aynıdır. Her iki kültürde de yaratılıştan önce evrenin her tarafı sularla kaplı olarak betimlenmektedir. Türklerdeki efsanevî Huma kuşu, Sümerlilerde Anza olarak karşımıza çıkıyor. Yine Zümrüdüanka kuşu inancı da Sümerlilerden gelmektedir kuşkusuz. Oğuz Kağan’ın iki eşinden birinin gökyüzünden geldiğini ve onu Tuğrul adlı kuşun getirdiğini; Macar Türklerinin bu kuşa “Turul” dediklerini de hatırlatalım. Dahası Türklerin Yaratılış Destanı ile Kuran ve Tevrat’ta geçen yaratılışla ilgili anlatımların benzer oldukları da vakıadır. Söz gelimi Tanrı Ülgen’in “Ol!” demesi ile Kuran ve Tevrat’ta geçen “Ol!” emrinin tıpatıp aynı olması gibi!.. Yine Tanrı Ülgen’in, bir gemi yapmasını istediği Nama adlı kişi ile Sümerlilerde, Okyanuslar Tanrıçası Nammu’nun adının şaşırtıcı derecede birbirine benzemesinin rastlantı olmadığı ortadadır. Türklerde ve Sümerlilerde tufana konu olan geminin kutu şeklinde tasvir edilmesi; tufanın her iki toplumda da 7 gün 7 gece sürmesi; Sümerlilerin, yedi kattan oluşan ve döne döne çıkılan Ziggurat adlı tapınakları ile Türklerin, tufandan sonra çıktıkları İthugurat Dağı’nın birbirini çağrıştırması hatta Kazakistan Türklerinin bu dağ için kullandıkları “Kazıkurt” sözcüğünün bile Sümerlilerin Ziggurat’ı ile nerdeyse birebir aynı olması oldukça çarpıcı benzerliklerdir. Tufanın kaç gün sürdüğü konusunda Tevrat 40 gün 40 geceden söz ederken, Kur’an-ı Kerim’de süre belirtilmemiştir. Bununla birlikte, Kâbe’nin etrafında niçin yedi kere dönüldüğü ile ilgili bir fikir edinmemiz mümkün olmaktadır.

Peki, Tevrat ve Kur’an gibi dinî kaynaklarda da geçen Tufan olayı sanılanın aksine Ortadoğu’da değil de Orta Asya’da olmuş olabilir mi? Etrafı yüksek dağlarla çevrili olan efsanelerde anlatıldığı üzere Turan Denizi ile çok sayıda ırmak ve gölün bulunduğu Türkistan coğrafyasının günlerce sürecek aşırı yağışlarla dolup taşması pekâlâ mümkündür. Dahası Türkistan’da bulunan çöllerin, deniz suyunun etkisiyle oluşmuş olabileceği de göz ardı edilmemelidir. Haliyle son yıllarda -başta Kazakistan olmak üzere- Türkistan coğrafyasının çeşitli bölgelerinde yapılan arkeolojik kazılarda keşfedilen, yerin 15-20 metre altındaki yerleşim birimi (kent) kalıntıları ilerleyen yıllarda tufanla ilgili ciddi bir tarih tezi olarak gündeme gelirse şaşırılmamalıdır. Yine tabletlerde geçen davul çalarak Tanrı ile iletişim kurulması hususunun da Türkistan’da davul çalarak başta Tengri (Tanrı) olmak üzere ruhlarla iletişim kuran Türk kamlarını akla getirdiğini söylemeliyiz. Destanda, ölümsüzlüğü arayan Bilgameş’in, -kimi araştırmacılarca- Azerbaycanda bulunan iki zirveli Elburuz Dağı olarak kabul edilen iki tepeli Maşu Dağı’na kadar gidip, burada yaşayan akrep adamlara da yol sormak suretiyle arayıp bulduğu ve “Nasıl ölümsüz olabilirim?” diye akıl danıştığı dahası tufandan kurtulanlardan olan Utnapiştim’e gelince… Öncelikle akrep adamlar tamlaması ile yay ve ok kullanan Turanlı savaşçılar betimleniyor da olabilir. Utnapiştim’e gelince… Bu adın, söz konusu kişinin gerçek adı değil de unvanı olması pekâlâ mümkündür. Zira utnapiştim sözcüğü “hayatı bulan” anlamına gelmektedir. Yani ölümsüzlüğü bulan!.. Tam da bu noktada Tanrı’ya erişmenin, Tanrı ile bütünleşmenin bir başka deyişle sonsuzluğa ulaşmanın sevinci ile “Hamdım, piştim elhamdülillah.” diyen Yunus Emre’yi anmadan geçmeyelim.

Türklerle ilgili ilâhî içerikli ilk bilgi kırıntılarının Tevrat’ta yer aldığı söylenebilir. Töre ve Tur sözcükleri, kavramları hem Tevrat’ta hem de Türkçede yer almaktadır. Töre, Tevrat’ta uyulması gereken ilâhî emirler anlamına gelirken; Türklerde hakanın ve hatunun bile uymak zorunda oldukları bir sözlü anayasa hükmündedir. Dahası Tur Dağı, Tur-an (-an eki Fars/Pers dilinde -ler, -lar anlamına gelen çoğul ekidir.) gibi sözcüklerin ve yine oldukça çarpıcı olan Çuvaş Türkçesindeki “Tura” sözcüğünün üzerinde de önemle durulmalıdır. Kuzeye doğru çıkmaları sonucu dil ve kültür olarak başka uluslarla/halklarla pek fazla bir etkileşime girmemiş olan Çuvaşlar bu sözcüğü “Tanrı” anlamında kullanmaktadırlar. Bu veriler ışığında Hz. İbrahim merkezli dinî inançlar bütününün dolayısıyla -başta Tevrat olmak üzere- bütün ilâhî dinlerin temelinin Sümerlilere dayandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Hz. İbrahim’in bir Sümer şehrinde doğduğunu; Sümer kamı (rahip, imam) olarak yaşadığını ve -inancımız gereği- Tanrı’nın elçisi (resulullah, peygamber) olduğunu da düşünürsek!.. Yeri gelmişken Sümer ile İslâm arasındaki bağlantılara da değinmeliyiz. Sümerlerde yaşlıların, yaşlıyım demeyeceği; vahşi hayvanların bile barış içinde yaşayacağı Dilmun adlı bir yerden söz edilmektedir. Bu tasvir, Kuran’ın cennet tasvirine uymaktadır. Ki Son Elçi’nin (peygamber) “Cennette yaşlılar olmayacak.” diyerek, yaşlı bir kadınla şakalaştığını ve yaş sonrasında cennetteki yaş sınırlamasından söz ettiğini biliyoruz. Yine Sümerlilerin dua ve ibadetten önce vücut temizliği yaptıklarını, bunun İslâm’da abdest olarak karşımıza çıktığını da hatırlatalım. “Yıkanmamış elle yemek yeme.” diyen Sümer atasözü ile Hz. Muhammed’in yemekten önce el yıkama sünnetinin aynı öğüdü verdiği açıktır. “Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir.” diyen Kur’an-ı Kerim, “Üste mavi gök, altta yağız yer kılındıkta ikisi arasında kişioğlu kılınmış.” diyen Kültigin (Aslı Köl/Göl Tigin’dir) Anıtı ve “Gök, yerden ayrıldıktan sonra; yer, gökten ayrıldıktan sonra; insanın adı konduktan sonra” diyen Sümer tableti arasındaki irfanî yakınlığı görmemek için kör olmak gerekmektedir.

Başta Sümerliler yani Kengerler olmak üzere Gutlar (Kut), Turukkular, Hurriler, Urartular, Kassitler, Subarlar (Sibir), Khazarlar (Hazar), Kuman/Kıpçaklar, Oğuzlar (Ogur)… diye giden göç dalgaları, Türk boylarının sık sık Doğu Anadolu ve Mezopotamya’yı ziyaret ettiklerini göstermektedir. Üstelik de Gutlar (Kut), Turukkular ve Hurrilerin Zagros Dağlarından geldikleri bilinmektedir. Zagros sözcüğünün sonundaki büyük olasılıkla Latin (Roma) veya Yunan (Grek/Helen) kökenli olan -os eki kaldırıldığında ortaya çıkan “zagr” kökü, “za” ve “gur”un birleşmesiyle oluşmuş olabilir mi? Alp Er Tunga’nın en küçük oğlunun adının “Za” olduğu ve günümüz Zaza Türklerinin -Hazarlar (Khazar) ve Kızılbaş Türkmenlerle de karışmış olmakla birlikte- babasının ölümünden sonra bölgeyi terk etmeyerek, dağlık alanlara yerleşen bu tiginin (tekin, prens) torunları, akrabaları olduğu da ortada iken!.. Dahası Horasan ve Kafkasya’dan hareket eden bu toplulukların, Azerbaycan’dan geçerek bölgeye indikleri haliyle söz konusu göç güzergâhlarında yapılacak arkeolojik kazıların, Türk tarihi ile ilgili daha birçok gizemi aydınlatacağı da unutulmamalıdır. Truvalılar, Lidyalılar, Etrüskler, Sakalar (İskit), Kimmerler vd. boylarla ilgili araştırmalar da hakeza.

Gerçek anlamda Tek Tanrı inancının Kur’an-ı Kerim ile başladığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Zaten son elçi (resul, peygamber), son din gibi anlatımların hikmetini bu gerçeklikte aramamız gerekmektedir. Ve Türkoloji ile ilgili son bir bilgi: Müslümanlar açısından, Cuma gününe ayrı bir önem verilir. Sümerlerde Göklerin Tanrısına “An” denir. Türkmenistan’da bugün hâlâ Cuma gününe “Anna Günü” denmektedir. Bu bile Sümerlilerin yani Kengerlerin (Kengir) ve belki de Kon Gur’ların, Türkmenistan taraflarından göçerek Horasan (Khorasan/Xorasan)-Azerbaycan güzergâhını takip etmek suretiyle Mezopotamya’ya indiklerini gösteren en önemli kanıtlardan biridir. Sümerlilerde, yaz aylarında yalnız başına dağlara çıkan çobanları koruyan Dumuzi’den; Türkmenistan’da, yaz aylarına tomuz (Anadolu Türkçesiyle temmuz) denmesine kadar sayısız ortak özellik, ortak nokta, ortak geçmiş… Yine eğitimden, astronomiye; tıbba, hukuka kadar birçok alanda bilim dallarının temellerini de yine Sümerliler yani Kengerler (Kengir) atmıştır. Sümerli-Türk bağlantısına ilişkin bir diğer çarpıcı örnek ise on iki hayvanlı Türk takvimidir. İki toplum da yıl ölçümünde benzer yöntemler geliştirmişlerdir. Özetle Türk ve Sümer destanlarının -özellikle de diriliş/yaratılış destanlarının- benzerliği;Türkistan ve Sümer yer adlarının benzerliği; her iki toplumda da ölenlerin, sevdikleri bir eşya ile gömülmeleri; her iki kültürde de boğa, keçi gibi hayvanlara ilgi gösterilmesi; her iki toplumun ortak hafızasında da tufanın derin izler bırakması; Türkçe -özellikle de Oğuz (Ogur) lehçesi ile Sümerce (Kengerce) arasında Tengri, diri (canlı), ana (anna/anne) diye giden yüzlerce ortak sözcük bulunması Sümer uygarlığını ortaya çıkaran Kengerlerin (Kengir) Türk kökenli olduğuna ilişkin çok güçlü bilimsel bulgular olarak kabul edilmektedir.

Tarih, bir budunun, bir ulusun, bir milletin ortak hafızasıdır. Haliyle tarih eğitimi de en az bir dil, bir matematik, bir fizik-kimya kadar önemlidir. Okullarda tarih eğitimine gereken önem verilmelidir. İyi bir tarih eğitimi, yeni kuşaklar (generation) için hem bir teşvik (ikramiye, prim) ödülü olacak hem de gençlerimize kılavuzluk yaparak, onların ufkunu aydınlatacaktır. Misal bir Tufan olayından sonra Türklerin hep yüksek dağları, yaylaları (plato) yaşam alanı seçtiklerini; bir Truva Savaşından sonra kalelerle çevrilmiş kentlerde yaşayıp, savunma savaşları yapmayı bıraktıklarını görmemiz gerekiyor. Bu iki olay bile tarihten, tarihî olaylardan ders çıkarmaya dair çarpıcı örneklerin başında gelmektedir. Kısacası büyük önder Gâzi Mustafa Kemal Atatürk’ün de dediği gibi: “Türk çocuğu atalarını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.”

Aziz Dolu Atabey
Serik-10.06.2017