“Başınıza gelen her musibet kendi yapıp ettikleriniz yüzündendir…” (Şura:30)

       Hayatın kendisi en etkili öğretmen olsa da insan çoğu kez dünün bilinmezlerine dünün çözümleri üzerinden cevap bulmaya çalışır. Çağın problemlerine dünün cevaplarıyla çözüm bulmaya çalışmak çoğu kez insanı çıkmaza sürüklemektedir. İnsan varoluşsal problemlerine, bağlı bulunduğu inanç sisteminin öğretileri üzerinden cevap bulur ya da inanır. Ancak zaman içerisinde dinin ana esaslarına doğal olarak karışan farklı öğreti/kabuller, aynı inanç dairesinde olan insanlar arasında süreklilik arz eden tartışma ve ayrışmaların nedeni olmuştur. Bundan dolayı düşünen ve kaygı duyan her insan inancının aslını öğrenme çabası içerisine girmek zorunda kalmıştır. Örneğin İslam inanç sistemindeki “kader” bahsi netameli bir konu olarak her daim tartışmaların odağında durmaktadır.

      “Kader” sözlükte, “gücü yetmek; planlamak, ölçü ile yapmak, bir şeyin şeklini ve niteliğini belirlemek, kıymetini bilmek; rızkını daraltmak” gibi anlamlara gelir. Yani kısaca kadere ölçü diyebiliriz. Yasa, program, kural gibi anlamlar içeren bir kelimedir. “Biz her şeyi bir ölçüyle/kaderle yarattık” (Kamer:49) ayeti yaratılan her şeyin bir ölçü ve kurala dayalı olarak yaratıldığını söyler. Yani, yaratılan her şey gelişigüzel değil, bir yasa ve kurala dayalı olarak yaratılmıştır. İnsanın kaderi derken, insana genetik olarak biçilen tayin edilen ömür anlaşılmalıdır. Daha genel anlamda düşünürsek aslında kader tüm kozmik yapının belli yasa/kurallarla yaratılmış olmasıdır. Bu yasaların dayandığı formüller varlığın kaderdir. Ancak, İslam tarihi içerisinde kader anlayışı çok farklı sebeplerle ki bu sebeplerin temelinde yatan nedene baktığımızda toplumu bilinmezler üzerinden yatıştırma ve sorumluluktan kaçma olarak değerlendirilebilir. Oysa Allah insanı özgür bırakarak tercihte bulunma hakkı tanımış, tercihin sonucunda yapıp ettiklerinden dolayı hesap verme kuralını koymuştu. Bu noktada eğer kader, bir alın yazısı olarak telakki edilecekse sorumluluk ve hesap verme doğrudan ortadan kalkacaktır. Bu durum aslında en basit akıl yürütme ile bile fark edilebilecek düzeyde olup, vahiy esaslarında da açıkça belirtilmektedir. Müşrikler,  “Eğer Allah dileseydi biz şirk koşmazdık” (En’am:148) diyerek kabahati kendilerinden uzak tutmaya çalışırlar. Yani onlara sunulan özgürlüğü ve aldıkları kararın sebebini Allah’ a havale ederek meşrulaştırma çabası içerisine girmişlerdir.

       Biraz daha düşündüğümüzde göreceğiz ki, Allah tüm kozmik yapıyı belli kurallara bağlı olarak düzenlemiştir. Yani tüm olup bitenler nedensellik ilişkisi içerisinde yürümektedir. Allah kâinatı yaratırken koymuş olduğu kuralları her hangi bir özel hal ve kişilere imtiyaz tanıyarak değiştirmemektedir. Felsefi bir terim olarak nedensellik ilkesi; “olay ve olguların birbirine belirli bir şekilde bağlı olması, her sonucun bir nedeni olması ya da her sonucun bir nedene bağlanarak açıklanabilir olması ya da belli nedenlerin belirli sonuçları yaratacağı, aynı nedenlerin aynı koşullarda aynı sonuçları vereceği iddiasını içeren felsefe terimi” olarak tanımlanmaktadır. Buradaki formül genel bir prensibi tanımlamakta olup, ortaya çıkan sonuçların sınırsız nedene bağlı olduğunu ve bu sınırsızlığı tamamıyla bilinemeyeceğini de bilmek gerekir. Ancak bilinen şu ki, yaşamımızda gerçekleşen her olay/olgu, belli nedenlere dayanır. Bilimde bu nedenleri, nedenlerin bağlı olduğu formülleri ortaya koymakla meşguldür.

       Diğer yandan her hangi bir bilimsel görüş/durum/teori/tespit ortaya konulduğu zaman Müslüman toplumların tepkisi genellikle, “-bu hüküm/durum Kur’ anda var” şeklinde olmaktadır. Oysa Kur’an bir bilim kitabı değil. Kur’ an yaşamı(insan ve çevresi) daha nitelikli inşa edebilmesi için insan için genel esaslar ve tavsiyelerde bulunur. İnsana dünyayı gezip, görüp, araştırıp incelemesini tavsiye eder. Ve özellikle insanı müstesna kılan akıl yetisini devreye sokmasını, yani varlığa dair yaratılış formüllerinin araştırılıp bulunmasını ister. Bakıp incelemezler mi; “Develerin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yerin nasıl yayıldığına bakmazlar mı?(Gaşiye:17-20) Bu ayetlerin hepsi insanı ona bahşedilen akıl yetisiyle gözlemeyi, araştırmayı ve incelemeyi insana emreder. Hâlbuki İslami literatürde bilimler, İslami ve müspet bilimler diye ikiye ana kola ayrılmış. Ayetlere baktığımızda tüm bilimlerle uğraşmanın İslami olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Lakin gelinen noktada algı ve kabullerimiz bu şekilde bir seyir göstermemektedir. Toplumsal pratiklerimizin teolojik bir temeli olup olmadığının sorgulanması gerekir. Sanırım bu sorgulama işi biraz sıkıntılı bir süreç olsa gerek. Çünkü sorgulama işini normal şartlarda yapmaktan kaçınıyoruz. Ancak, bir musibetin tebelleş olmasını bekliyoruz millet ve insanlık olarak.

       En son tebelleş olan musibet ise corona (covid-19) virüsüdür. Musibetleri bir kader olarak algılayan toplumlar, o musibetlerin defedilmesini de kadere bağlamaya çalışırlar. Hastalıklar elbette kaderdir; ancak yukarıda da açıkladığımız üzere bu kader,  yaratanın yasalarına uymamanın bir sonucu oluşan yani bir nedeni olan musibettir. Ve o belanın defedilmesi de, yine yaratanın ortaya koyduğu kuralları/formülleri bilmekle mümkün olacaktır.  Hadis kaynaklarında; “Bir yerde salgın varsa, oraya gitmeyin, bulunduğunuz yerde varsa yerinizi terk etmeyin”  diyen bir peygamberin tarihin ilk karantina uygulayıcısı olduğundan elbette haberimiz var; lakin böyle bir tavsiyenin hangi bilimsel gerekliliği işaret ettiğini pek fark etmişe benzemiyoruz. Keza, Hz. Ömer, Veba salgınını duyunca, Şam'a girmeyip geri döndüğü tarihi kaynaklarda görülmektedir.

       Peki bizim pratiklerimiz neler diye baktığımızda; çok hoş olmayan şeyleri rahatlıkla görebilmekteyiz. Umre ziyaretinden gelen 10 bin 330 Türk vatandaşı corona virüs tedbirleri kapsamında 15 Mart günü Konya ve Ankara'daki öğrenci yurtlarında karantina altına alınmıştı. Ancak Umreden getirilen yolculardan biri karantinadan kaçmaya çalışırken polis memurunun yüzüne tükürerek, 'ben hastaysam, sende hasta ol' dedi.

       Yine benzer bir olay; Diyanet İşleri Başkanlığı, corona virüsün daha fazla yayılmasını önlemek amacıyla cuma ve vakit namazlarının cemaatle kılınmasına ara verildiğini açıkladı. Ancak Şanlıurfa Eyyübiye'de bulunan Hacı Hamdi Kayısı Camii'nde bir grup, camiye gitmeye devam edeceklerini ifade etti. Şanlıurfa Eyyübiye'deki Hacı Hamdi Kayısı Camii'nin cemaatinden bir grup cemaatle namaz kılmaya devam edeceklerini açıkladı. Cemaatten bir kişi "Allah cemaatle namazı emretmişse korona değil coronanın hası gelse bile biz inşallah cemaatle namaz kılmaya devam edeceğiz. Diyanet'in kendi şahsi fikridir uymayacağız" diye konuştu.

       Burada düşünülmesi gereken birçok hususun yanında ibadetlerin işlevi/hikmeti üzerinde de ayrıca durmak gerekecektir. İbadeti hayata entegre etmek ya da hayata dair tüm eylemlerin ibadet kapsamında değerlendirmesi gerektiği üzerinde de fazlaca araştırılıp düşünmek gerekir. Namazın neden kötülüklerden alı koymadığı gerçeğini anlama zahmetinde bulunamayanların, aslında Allah’ a kulluk etme gibi bir derdinin olup olmadığının ya da kulluk etmenin neye tekabül ettiği hususu cidden düşünülmelidir.

       İnancımızın ilkeleri ve ilk dönem pratikleri ile mevcut pratiklere baktığımızda temel çelişki rahatlıkla görülecektir. O halde bir şeylerin sorgulanması gerekir ve sorgulama için kriz dönemleri iyi bir fırsattır. Lakin hayata /inanca dair gerçekleri öğrenebilmek için her defasında musibet beklememek yine inancımızın gereklerinden olduğunun da farkına varmamız gerekecektir. “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” prensibinin aslında inancımızın bir gereği olduğunu anladığımız gün her şey daha güzel olacaktır. Vesselam.

Zafer Özer