Meşhur hikâyedir. Vakti zamanında genç bir adam, medrese eğitimini tamamlayarak bir camiye imam olarak atanır. Ne oldum demeye kalmadan da ilk cuma namazı gelip çatar. Genç imam, heyecanlıdır; telaşlanır haliyle. Caminin yaşlı hatibinden yardım ister. Hatip, anasının gözü… Bir çare düşünür. Hatibe ayrılan mahâl ile mihrap arasına bir ip çekerler. İpin ucunu da halka şeklinde bağlarlar. Delikanlı, hutbe için mihraba çıktığında bu halkayı ayak başparmağına geçirecektir. Olur da bir hata filân yapacak olursa, yaşlı hatip ipi çekecektir. Neyse uzatmayalım salâydı, kâmetti derken bizim delikanlı, hutbe için mihraba çıkar. İpin halkasını, kaşla göz arasında ayak başparmağına geçirir ve merasime başlar:

–Estağfurullah, estağfurullah!..

Hatip, hemen ipi çeker.

–Estauzubillah, estauzubillah!..

İp, bu kez daha şiddetli çekilir. Genç imam, çaresizlik ve utanç içinde birkaç kelime daha sayıklasa da durum değişmez. Yaşlı hatiple, bir an göz göze gelirler. İşin içinde, bir puştluk olduğunu anlamıştır. Bir yandan sarığını-cüppesini çıkarırken, bir yandan da cemaate seslenir:

–Ey cemaat-i müslimin hakkınızı helal edin. Benden size imam olmaz, der. İpin ucu puştun eline geçti bir kere!..

Gelelim, meselenin aslına. Yaşlı hatibin mektep-medrese kaçkını, işsiz-güçsüz bir oğlu vardır. Cemaati ikna ederek, camiye ücretli imam yapmaya çalışmaktadır. Devletin gönderdiği kadrolu imam, oğlu için hazırladığı tertibi (plan) suya düşüreceği için böyle bir yola başvurmuştur. (Yeri gelmişken.. Yaradan’ın, dünden-bugüne bizi de epeyce bir puştla imtihan etmişliği vardır dostlar.)

Aslına bakarsanız (hadd-i zatında) Türkiye’nin durumu tutumu da (hâl-i pürmelâli) tıpkı bu öyküde geçen olaylarla benzerlikler gösterir. Türk Solu, Sovyetlere peyk (uydu) olalım derken; Türk Sağı da ABD ile uyuşalım mantığı içerisinde hareket etmiştir yıllar yılı. Bu uyuşmanın zaman zaman ‘kapatma’ hallerine düşülecek kadar seviyesizleştiği de vakidir. Bağımlılık meselesidir asl’olan. Kemendin çemberi, Türkiye’nin boynunda; kemendin ucunu ABD, eline dolamış... Yani ABD, velinimet; Türkiye, Deli Hikmet!.. Kısacası (vel-hâsıl) ipin ucu puştun eline geçmiştir bir kere. Kurulan hükümetler kukla olmasalar da kuşatılmışlardır. Bu yüzden de iktidara gelenlerin birçoğu uzun ömürlü olamamıştır. Muktedir olanlar zaten bir elin parmaklarını geçmez.

Türk Solu gayet riyakârane yani ikiyüzlü bir biçimde “Kahrolsun Amerika!” der. İyi de sormazlar mı adama: Marshall Planına onay verip, 1947’de ipin ucunu ABD puştuna teslim eden siz değil miydiniz ağalar, diye. O puşt ki, senin ülkende; senin başbakanının, bakanlarının ipte sallandırılmasına bile dahletmiştir. Ve sen, timsah gözyaşları dökercesine ‘kahrolsun’ nidaları atıyorsun. Kıçında, Amerikan donu; cebinde, Amerikan sigarası; elinde, Amerikan kolası... Daha düne kadar, cüzdanında Amerikan doları istiflemen de cabası!..

Menderes’in dramının perde arkasında, Kıbrıs’tan vazgeçmemek; ABD’nin vermeye yanaşmadığı sanayi kredilerini, Rusya’dan almaya teşebbüs etmek; NATO’dan çıkma sinyalleri diye giden bir dizi sebep yatar. 2 Temmuz 1960’da çıkacağı Rusya gezisi de cabası. Ankara ile Moskova arasında çok önemli anlaşmalara imza atılması beklenen bu tarihî geziye 35 gün kala, yapılan darbenin yurt içinde ve dışında kimlerin işine yaradığını iyi tahlil etmelisiniz. 1950 yılında, Kore’de, -belki de- denize dökülmekten kurtardığımız Amerika’nın dostluğunu (!) da tabi ki. Bu arada, Atatürk’ten sonra, Suriye’ye ordu göndermeye kalkan ikinci liderin Menderes olduğunu da belirtmeden geçmeyelim.

Asala terörü ve Ermeni soykırımı yalanı 1974 Kıbrıs Barış Harekâtına ve Türkiye-Rusya yakınlaşmasına bir tepkidir aslında. O dönemde Abdullah Çatlı’nın, katıldığı bir toplantıda MİT yetkililerine hitâben sarf ettiği sözler hafızalara kazınmıştır. "Bana izin verin. Eiffel (Eyfel) Kulesinin tek bacağına C4'leri döşeyip, patlatayım. Daha sonra Fransa ne dediğimizi anlayacaktır." diyen Çatlı, Asala’ya destek veren Fransa ile anlayacağı dilden konuşulması taraftarıdır. Devlet, Asala’ya karşı, onun yöntemleriyle hem de Atina, Paris gibi Avrupa şehirlerinde mücadeleye girişince astarın pahalı olduğunu anlayan şer odakları, bu kez de PKK terörünü sahneye koymuşlardır. Asala’nın, Bekaa ve Beyrut’ta yapılan bir dizi gizli görüşmede varılan mutabakat neticesinde 1987 yılında militanları ile askerî ve lojistik malzemelerini PKK’ya devrettiğini dünya-âlem bilmektedir. Üstelik bu çıban Türk ülkesinde, İslâm topraklarında ve Müslüman kanlarıyla vücut bulmuştur. İlk başlarda PKK’nın ayak takımı Kürt/Gurmanç olmakla birlikte; yönetenler ekseriyetle Ermeni, Süryanî ve sairedir. Güvenlik güçlerince ele geçirilen ‘sünnetsiz’ zırtapozlar da, sözüm ona takım komutanlığı yapan bu gayrimüslimlerdir. Namazla alay eden; domuz eti yiyen; biraz Zerdüşt, biraz berduş puştların izahı budur cancağızlar.

Batı ülkelerinin öngörülerini (tahmin) altüst ederek; Kıbrıs’a, başarılı bir çıkarma harekâtı yapan Türkiye, dünya kamuoyunun gündemine bomba gibi düşmüştür. Viyana bozgunu ile başlayan ricata (çekilme) Sakarya’da bir son veren Anadolu Türklüğü, Kıbrıs çıkarması ile de ilerlemeye başlamıştır. Hem de Avrupa’ya karşı!.. Tabi bu başarının ardından, dost ve müttefik ABD ve onun yanaşmalarının Türkiye’ye yönelik silah ambargosu gelir. Sağ-Sol meselesi, Alevî-Sünnî meselesi, Güneydoğu meselesi, iktisadî buhranlar (kriz), irtica lâkırdıları ülke gündeminde sıraya girer. 1923’te Türkiye’de bir millî devletin kurulmasının hemen akabinde 1925-26 yıllarında Türkmen Kaçar Hanedanlığını yıkarak; İran’da Farisî Rıza Pallanî’yi “Şah Rıza Pehlevî” unvanı ile başa getiren Batı (özellikle İngiltere ve Rusya), Humeyni Devrimi ile ters köşe olunca Türkiye tekrar ‘cicim’ olur. 12 Eylül darbesi, bu açıdan ABD ile kıyılan kanlı bir nikâhtır. Daha doğrusu nikâh tazeleme!..

Türkiye ile ilgili olaylara, gelişmelere geniş bir açıdan bakacak olursanız her şeyi daha bir berrak göreceğinizden emin olabilirsiniz. Misal 1983’te Atatürk Barajının temeli atılır. GAP hayali, gerçeğe döner bir yerde. 1984’te Eruh-Şemdinli baskınları ile PKK doğar. Rastlantı mıdır, rast gelen bir hançer mi? Özal’ın hatası “üç-beş çapulcu” gafı, gafleti olur. Kıbrıs’ta, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin ilânı (1983) da var bu arada. Ve Kıbrıs, Türkiye’nin, Doğu Akdeniz’e açılma sürecinin başlangıç noktasıdır. Haliyle Ortadoğu’ya da!..

Körfez Savaşı öncesi Türkiye’nin en büyük ticarî ortağı (partner) Almanya ve Irak’tır. Sonra Irak kaybedilir. Kerkük-Yumurtalık kaybedilir. Türk tarımı ve hayvancılığı bile bir yerde kaybedilir. Güneydoğuda hayvancılık biter. Bölge insanı açlık ve yoksulluğa gark olur. PKK azar. İran-Irak savaşında Humeyni ile anlaşarak Saddam’a başkaldıran Peşmergelerin, savaştan sonra Saddam’la baş başa kalmaları; Saddam’a bağlı güçlerin, kimyasal silah da kullanmak suretiyle Halepçe’de sivil halkı katletmesi; toplukıyımdan (katl-i âm) kaçan Peşmergelerin büyük kitleler halinde Türkiye’ye sığınmaları (1988 sonları) diye giden süreci paravan olarak kullanan PKK, Güneydoğu kırsalına iyice yerleşir. 1992 yılında, Şırnak’ta, Nevruz Bayramı etkinliklerini kullanarak halk ayaklanması başlatmaya çalışan PKK, yöre halkının sağduyusu ve güvenlik güçlerinin serinkanlılığı sayesinde başarısızlığa uğrar. PKK’nın ağır kayıplar verdiği bu olay, örgüt içinde de kırılmalara yol açmıştır.

Sözünü ettiğimiz yıllar Türkiye açısından netameli yıllardır. Türkiye, Kerkük’teki haklarından ve çıkarlarından vazgeçmek istemez. Jandarma İstihbarat birimlerimiz Çekiç Güç’ün, PKK’ya yardım ettiğini deşifre eder. Bir NATO tatbikatında, 'Muavenet' adlı gemimizin Amerikalılar tarafından vurulması (1992), aslında Türkiye’ye bir gözdağıdır. Ortadoğu’da umduğunu bulamayan Özal’ın, Orta Asya’ya yönelmesi; Batı Türkistan ve Kuzey Azerbaycan gezileri ile yeni bir açılım başlatması içte ve dışta bir kısım şer odaklarını hayli rahatsız eder. Karadeniz Ekonomik İşbirliği; İslâm Ülkeleri Birliği; en nihayetinde 1990’lı yıllarda bağımsızlıklarına kavuşan Batı Türkistan ve Kuzey Azerbaycan Türkleri ile bir araya gelip; örs üzerinde demir dövmemiz vb. girişimler Türkiye’yi dünyanın yükselen yıldızı yapar. Batı Türkistan ile Türkiye arasında hızla gelişen ilişkiler; ortak para birimi, Atatürk’ün ölümüyle yarım kalmış olan ortak dil çalışmaları, iktisadî (economic) işbirliğinin arttırılması gibi çabaların söz konusu olduğu bir zamanda beş Türk Cumhuriyetine yapılan dahası oldukça başarılı geçmiş on bir günlük dış seyahatin ardından Özal’ın ani (!) ölümü gelir.

Özellikle 1993 yılı, karabasan gibi bir yıldır. Uğur Mumcu (24 Ocak 1993), Adnan Kahveci (5 Şubat 1993), Eşref Bitlis (17 Şubat 1993), Turgut Özal (17 Nisan 1993), Bingöl’de 33 erin şehit edilmesi (24 Mayıs 1993), Sivas’ta Madımak faciası (2 Temmuz 1993), Erzincan’da Başbağlar Katliamı (5 Temmuz 1993), Binbaşı Ahmet Cem Ersever (4 Kasım 1993) diye giden felaketlerden ötürü 1993 yılı söz konusu olduğunda, Osmanlı'nın, 93 Harbi olarak anılan yıllarına atıf yapılması da sırf bu yüzdendir. Sonrasında Abdullah Çatlı (3 Kasım 1996), Alpaslan Türkeş (4 Nisan 1997), Ahmet Taner Kışlalı (21 Ekim 1999), Bedri İncetahtacı (21 Kasım 1999), Gaffar Okan (24 Ocak 2001), Necip Hablemitoğlu (18 Aralık 2002), Çuval olayı (4 Temmuz 2003) Recep Yazıcıoğlu (8 Eylül 2003), ASELSAN Mühendisleri (7 Ağustos 2006-26 Ocak 2007 arasında), Engin Arık (30 Kasım 2007), Muhsin Yazıcıoğlu (25 Mart 2009) gibi değerlerin aramızdan ayrılması... Bu elim olaylar incelendiğinde ilginç bağlantılar da ortaya çıkmaktadır. Misal Uğur Mumcu’nun, Öcalan’ın geçmişi, PKK’nın uyuşturucu bağlantıları gibi ‘sakıncalı’ mevzuları kurcalarken ortadan kaldırılması; Gümrük ve Tekel Bakanı olunca yolgeçen hanına dönmüş olan gümrüklere çeki düzen verip, kaçakçılık faaliyetlerine büyük darbe vuran ve -belki de- bu yüzden suikasta kurban giden efsane Ülkücü Gün Sazak Bey gibi yolsuzlukların üzerine korkusuzca giden, özelleştirme kapsamındaki kurumların yok pahasına satılmaktansa hisse senedi olarak halka arz edilmesini savunan bir başka yiğit adam Adnan Kahveci’nin şüpheli bir yol (traffic) kazasında ölmesi; Eşref Bitlis suikastına tepki göstererek, emekliliğini isteyen ve bildiklerini basınla paylaşacağını söyleyen ünlü istihbaratçı Cem Ersever’in de ‘Çekiç Güç’ karşıtlığı ile bilinen Bitlis Paşa ile aynı akıbete uğraması; Madımak olaylarında Alevîleri hedef alan şer odaklarının, 3 gün sonra Başbağlar’da Sünnîleri katletmesi; solcu kimliği öne çıkan Ahmet Taner Kışlalı’nın öldürülmesinden tam bir ay sonra bu kez bir sağcının, Refah Partisi milletvekili Bedri İncetahtacı’nın şüpheli ölümü; Necip Hablemitoğlu’nun Alman Vakıfları ve bunların Bergama vs. şehirlerde yapılan ‘siyanürlü altına hayır’ gösterilerinde oynadığı rolü araştırması, Almanya’nın altın ihracında ilk sırayı alan ülkelerden birinin de Türkiye olması; 4 Temmuz 'Çuval Olayı'nın, Amerikan Bağısızlık Gününe ve dahi mübarek Cuma gününe denk düşürülmesi dahası Türkiye’nin enerjide dışa bağımlılığını bitirebilecek bir proje üzerinde çalışan Engin Arık’ın bindiği uçağın düşmesi vb. noktalar soru işaretlerini de beraberinde getirmektedir.

Aslında Ortadoğu coğrafyasına baktığımızda Menderes (17 Eylül 1961), Ziya-ül Hak (17 Ağustos 1988), Özal (17 Nisan 1993), Saddam (30 Aralık 2006) diye giden zincir bile başlı başına birer ibret vesikasıdır. Yeri gelmişken şeytanın gör dediğini, görüp; sor dediğini, soralım. Jandarma İstihbarat Binbaşı Ahmet Cem Ersever ve iki arkadaşının cesetlerinin Ankara’nın üç ayrı köşesine bırakıldığını ve Cem Ersever’in, öldürülmeden önce yazdığı kitabın ‘Üçgendeki Tezgâh’ adını taşıdığını dahası ASELSAN’da çalışan üç mühendisin cesetlerinin de Pursaklar, Gölbaşı ve Batıkent’te üçgen oluşturacak şekilde bulunduğunu dikkate alacak olursanız; iç içe geçmiş iki üçgenin ne anlama geldiği hususunda bir fikriniz vardır sanırım. Dahası 17 Mayıs 2006 tarihindeki Danıştay saldırısının bina içi görüntülerini ilk gün elde etmelerine rağmen, yayınlamak için 6 gün beklediklerini - altını birkaç kez çizmek suretiyle- canlı yayında ifade eden Kanal D Televizyonunun o zamanki ana haber sunucusu Deniz Arman’a da “Niye 6 gün?” diye bir sorarsınız.

Soğuk Savaş yıllarında Batı’nın ardını kollayan, askerî anlamda -bir nevi- hamallığını yapan Türkiye, soğuk savaşın sona ermeye başlamasıyla birlikte Avrupa Birliğine girmek ister. Zira bu, en doğal hakkıdır. Lâkin Avrupa ve ABD destekli olduğu ayan-beyan ortada olan; Asala’dan artık bir PKK yüzünden bölünme-parçalanma senaryolarının tam ortasında bulur kendini. Dahası bu süreçte “Ordu, küçülsün!” talepleri gelir. Niye? Soğuk savaş bitmiştir, Komünizm çökmüştür… Gerçekte ise Türkiye, güçlü ordusu ile Batı çıkarları için bir tehlikedir. Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanlarda “Ben de varım!.” diyebilir. Bosna’da, Karabağ’da bunun emareleri de görülmüştür hatta. O hâlde, ordu halledilmelidir. Önce, ordu içindeki etki ajanlarla ordu mensupları halkın gözünde küçük düşürülmelidir. ‘Peygamber Ocağı’ olarak adlandırılan Türk Ordusu dinsiz, imansız subaylar cuntasına dönüştürülmelidir. Ordu-millet, Mehmetçik, şehit-gâzi olmamalıdır. Şubatlar soğuk esmeli; halkın, millî ve manevî değerlerine karşı baskı yapılmalıdır. Misal 12 Eylül cuntasının akla ziyan kararıyla Kürt/Gurmanç lehçesinin yasaklanması; böylelikle bölge halkının ötekileştirilmesi diye giden sürece bir de açlık sınırının altında yaşama cefâsı eklenmelidir. Dinî olsun, millî olsun eğitimin 'e'sine hasret kalmalıdır bölge halkı. İP’liler, Kandil’e gidip; çiçek sunmalıdır ipsizlere. “Amerikan çocuğu” oldukları -bizzat Amerikan Başkanının söylemiyle- sabit olan zevat ip olmalıdır milletin boynuna. Köstek olmalıdır milletin ayağına. Bu tür psikolojik karşı harekâtlarla halk güdülmeli, halkın siyasî iradesi yönlendirilmelidir. Yeşil kuşak doktrininin son perdesine Büyük Ortadoğu Projesine hazırlanmalıdır sahne yani güzelim ülkemiz. Kurulan Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri de mihraba çıkan toy imamlardır haliyle.

Kısacası ülkenin huzuru, milletin bekâsı söz konusu olduğu için bu toyları, puştun elinden kurtarmak elzemdir. Yalnız mesele, karanlık güçler meselesi olduğu kadar güçsüz yığınlar meselesidir de aynı zamanda... Peki, bu güçsüz yığınlar nasıl olup da dik durabilecektir? Türkiye demokrasisinin arızalarından kurtulmasıyla; millî bilinçle, inançla... Oyların namus bilinmesi, devlet kadrolarının ehil kişilere tevdi edilmesiyle… Ve tabi cemaatin de aklıselim hareket etmesiyle… Söz konusu (mevzu-i bahis) vatan olunca -naçizane- bizim fikrimiz de, zikrimiz de budur cancağızlar. Peki, sizler ne buyurursunuz? İmama destek olunsun mu? En azından bir sonraki seçime -affedersiniz- cuma’ya kadar!..

Aziz Dolu Atabey

Serik-29.08.2008