Demokrasiyi, insanlığın son merhalesi (aşama) olarak kabul eden Francis Fukuyama, ‘tarihin sonu’na gelindiğini iddia etmiştir. Oysa tarihin inişli-çıkışlı bir seyir yaşadığı ve her an bir iniş sürecine geçebileceği de unutulmamalıdır. Burada önemli olan, bu tür bir kırılma noktasının başladığını idrâk edebilmek ve ona göre tavır (pozisyon) alabilmektir.

İnsanlığın son aşaması kabul edilen demokrasiden başka ideal yönetim biçiminin olmadığının savunulduğu çağımızda savaşların, kıtlıkların, iklim değişikliklerinin… alıp başını gitmesi tarihin sonunun geldiğini mi gösteriyor, bilinmez. Ama bilinen bir gerçek var ki o da Türkiye’de demokrasi uygulamalarının bile hâlâ tam oturmadığı, istenen olgunluğa kavuşmadığı gerçeğidir. Söz gelimi hem oy verme hakkı tanıyıp hem de zekâsından şüphe etmek bu halka karşı en büyük haksızlıktır, saygısızlıktır. Hatta utanmazlıktır da… Ve halkın zekâsından şüphe eden kişiler (zevat) kendi seçtikleri delegelerle, milletvekili adaylarıyla sözüm ona demokrasicilik oyunu oynamaktadırlar.

Ülkemizde, sayıları azımsanamayacak bir yekûn tutan kimi kişilerin (zevat), halkı, ‘önüne kova, sırtına sopa’ dayanacak; güdülesi mahlûklar olarak algıladığı tarihi bir vakadır. Türkiye’yi ‘yontulmamış odunlar ülkesi’ olarak telâkki eden bu muhteremler, halkın önüne ‘yontulmamış kütükleri’ dikip, “Seçin bakalım.” da demiştir. Sonuçta ne mi olmuştur? “Pamuğun üçüncü eli tarlada kaldı.” diyen çiftçiye, “Pamuğun üçüncü elini de ekmeyiverin canım.” diyenler; meclis salonunda uyurken, yanındaki arkadaşı tarafından “Hükümetten, sen de bir şeyler iste.” diye uyandırıldığında, arkadaşına uyup, İç Anadolu’da bulunan ili adına, hayalindeki gemiler için “Liman isterim!” diye tutturanlar; aksıranlar, tıksıranlar, yutanlar ve yutturanlar… diye giden misâller alıp başını gitmiştir.

26.09.1990 tarihinde yayımlanan Kopenhag belgesinde “Demokrasilerde, halk devlet için değil, devlet halk içindir.” diye özetleyebileceğimiz bir madde bulunmaktadır. Türkiye, Avrupa Birliğine girebilmek için adı geçen bu belgeye imza atmıştır. Dolayısı ile de belgede yazılı olan yükümlülükleri yerine getireceğini taahhüt etmiştir. Her şeyin en iyisini Avrupalıların bilebileceğine dair kör mantığın hüküm sürdüğü ülkemizde, bir kişi de çıkıp: “İyi de kardeşim, 1250 yıl önce yaşamış Türk Bilge Kağan da aynı şeyleri söylemişti!” dememiştir ne yazık ki. O kadar uzağa gitmeye de gerek yoktur. Bir Osman Gazi’nin vasiyetine; bir Fatih’in, bir Kanuni’nin fermanlarına bakıldığında Batılıların 1990’larda kabul ettikleri düsturun, bizde binlerce yıldır sürdürülen bir devlet geleneği olduğu görülecektir.

Demokrasi, halkı yönetmek değil; halk yönetimidir. Bu bağlamda asl’olan millî iradeyi hâkim kılmak olmalıdır. Bunun yolu da sağlıklı bir seçim düzeninin (systeam) oluşturulmasından; doğrudan demokrasi hedeflenerek, seçme-seçilme sürecinde gözlemlenen aksaklıkların ortadan kaldırılmasından geçmektedir. Zira bağımsızlığını bile kendi kazanmış olan bu milletin zekâsından şüphe etmek; sadece kenar mahalle muhtarını seçmesine izin vermek ne insanlığa, ne de demokrasi ahlâkına sığmaktadır. Üstelik de, her şeyini kaybeden bir müflisin (iflas eden) önüne borç senedini koyarak, ‘imzala’ diye bastıran tefeciler gibi bu milletin karşısına geçerek, ‘seç’ diye zorlamak (emrivaki yapmak) kimsenin haddine olmasa gerek… Eğer bu yetkiyi, daha doğrusu yetki gaspını kendinde hak olarak gören birileri varsa; o zaman da, millî meclisin tabelâsından ‘Büyük Millet’ önadının kaldırılması gerekmektedir. Ya da millî irade, sahibine; büyük Türk milletine teslim edilmelidir. Sözün kısası (vel’hâsıl-ı kelâm) demokrasi bir erdemse, erdemli olmak yeğdir cancağızlar.

Aziz Dolu Atabey

https://azizdolu.wordpress.com/