Türkiye’de en az haftada bir, herhangi bir üniversitede skandal ortaya çıkıyor. Bu skandalların türü, içeriği ve biçimi birbirinden farklı olsa da en çok öğretim üyelerinin görev yaptıkları üniversiteye yakınlarını araştırma görevlisi olarak almaları ya da lisansüstü eğitime kabul etmeleridir. Karşılaştığım bir haber benzeri özellik göstermektedir. X üniversitesinin bir bölüm başkanı, tamamen farklı bir branştan mezun olan oğlunu kendi alanına yükseklisansa alabilmek için ek kontenjan açması, yükseklisansa giriş şartlarını değiştirmesi, kendi oğlunun puanı düşük olmasına rağmen, diğer adayları eleyerek oğlunu lisansüstü eğitime almasıdır. Bu bir olaydır. Olgu ise, bilimsel çalışması gereken kurumların iltimas ve torpilin yaşandığı kurumlara dönüşmesidir.

Bu davranış etik midir? Bu davranış etik bir davranış olmadığı gibi torpil, iltimas ve kayırmacılık anlamına gelir. Hak etmeyen kişilere, yakınlarına haksız kazanç sağlamak, statü vermektir. Bu senaryonun sonu, bölüm başkanının oğlu bu bölümde ya da başka bir üniversitede öğretim üyesi olma hakkını elde edecektir. Bu tür olumsuz davranışlar toplumumuzda yeni ortaya çıkan bir durum değildir. Osmanlı devleti döneminde bu tür uygulamalara “Beşik Uleması” adı verilirdi. Osmanlı İmparatorluğu döneminde önemli mevkilere getirilen kişiler, yerlerini hak ederek bilgileri ve başarıları sayesinde konum alırlardı. Fakat zamanla fazla yer edinmiş kişiler konumlarına aile boyu sahip olabilmek için beşik ulemalığı sistemini getirmişlerdir.

Bu sisteme göre örneğin, şeyhülislamlık görevine bilgi, birikim ve başarılarıyla değerli kişiler değil de şeyhülislamın oğulları alınırdı. Şeyhülislamın çocuğu doğduğu andan itibaren şeyhülislam olma hakkına sahip olurdu. Beşik ulemalığı genelde ulema sınıfına mensup kadı ve şeyhülislamlıkta gerçekleştiği için bu adı alırdı. Bu sınıfa mensup olanlar askere alınmaz, savaşa gitmezdi. Osmanlı devletinin en önemli kurumları bu şekilde dejenere edilip çalışmaz hale geldi.

Tarihimizde beşik ulemalığı her ne kadar olumsuz bir örnek özelliği gösterse de, doğru örnekler de vardır. Çanakkale Savaşında siperlerin gerisinde yaralı askerlerin en çok ihtiyaç duyduğu şey morfindi. Doktorlar yaralı askerlere ağrı kesici bulmakta zorlanıyorlardı. Bu yüzden nöbet tutuluyordu. Hastaların ameliyatı için hazırlanan çadırın önüne bir masa kurulmuştu. Sedye ile gelen her yaralı, burada masaya koyuluyordu. Doktorun elinde enjektör, enjektörün içinde ağrı kesici vardı. Doktor ilk muayeneyi yapıyordu ve yaşama olasılığı olan, ameliyat edilmesi halinde yaşayacağına inandıkları askerlere ağrı kesiciyi yapıyordu. Oysa gelen her yaralının ağrı kesiciye ihtiyacı vardı. Fakat herkese yetecek kadar ağrı kesici yoktu.

Yaralı asker getirilip, doktorun önündeki masaya koyuluyordu. Doktor gelen yaralı askerleri kısa süre içerisinde muayene ediyordu. Muayenesi biten yaralı asker bağıra çağıra, ağlaya, inleye götürülüyor, hemen sıradaki yaralı masaya yatırılıyordu.

Doktor:

– “Bunu kaldırın…”, “Bunu kaldırın…”,

– “Hah tamam, bu ameliyat edilirse kurtarılabilir” diyordu.

Ameliyat ile kurtarılabilecek askere, ağrı kesiciyi yapıyordu. Her askerin ağrı kesiciye ihtiyacı vardı ancak ağrı kesici yoktu.

Sürekli olarak doktorun önüne yaralı askerler konup, kaldırılıyordu. Sırada bir sürü asker sedye üzerinde beklediğinden dolayı hızlı bir şekilde muayene yapılıyordu. Bu sırada doktorun önüne yaralı bir asker daha getirildi.

Doktor: “Bunu kaldırın.” dedi.

Yaralı askerden ise bir ses, “Baba…!”

Doktor: “Şaşırdı“…

Doktor, sedyede yatan yaralı askerin yüzüne baktı. Eliyle yüzünü sevdi, baktı ki, öz oğlu…! Öz evladı, Önünde perişan bir durumda yatıyordu. Doktor ise çaresizdi. Herkesin gözü doktorun üzerindeydi. Doktor bir elinde ağrı kesici, diğer eliyle oğlunun yüzünü silerek sevdi ve sedyecilere şöyle seslendi:

“Bunu kaldırın..!”

Bu olayın ardından, doktor görevini bir başka arkadaşına devredip, ardından hemen yaralı askerlerin arasına koştu. Yaralı askerlerin arasına dalan doktor, çoğu askerin çoktan öldüğünü görüyordu. O arada az önce, ağrı kesici yapmadığı oğlunu buldu. Oğluna sarıldı, onu öptü ve gözyaşları içinde oğlunu kucaklayarak;

“Oğlum beni affet. Babanı bağışla. O morfini sana yapamazdım. O senin hakkın değildi oğlum. O senin hakkın değildi…” diyerek şehit olan oğlunun yanından ayrıldı.

Dr. Nusret’in Çanakkale savaşında ağır yaralı olan öz oğluna morfin yapmaması, öz oğluna iltimasta bulunmaması, büyük bir etik değerin, etik duruşun kamusal alana yansımasıdır. Oğluna morfin yapıp acılarını dindirmeyen Dr. Nusret’ten, kamusal kaynakları yakınlarına peşkeş çeken sisteme nasıl geldik?

Etik ilkeler ve etik değerler, küçük yaşlarda bireylere kazandırılır. Bireyler bu değerleri sadece işiterek öğrenmezler. Bu etik değerleri yaşayan ve hayatının bir parçası haline getiren bireylerin ve toplumsal yapının da olması gerekir. Eğer bir ülkede hırsızlık yaparak zengin olan kişiler varsa, hırsızlar kanun önünde hesap vermiyorsa, soru çalarak öğretmen, doktor, mühendis olanlar varsa, ihaleye fesat karıştırıp haksız kazanç elde edenler varsa, o ülkede değerler, üst değer haline dönüşemez ve toplumda bulaşma etkisi ortaya çıkar ve sosyal öğrenme ile yaygınlaşmaya başlar. Aynı siyasi görüşe sahip kişiyi, sadece aynı siyasi görüşe sahip olduğu için yükseklisansa ya da doktoraya almak, aynı tarikat mensubuna pozitif ayrımcılık yapmak, oğlunu bölüme araştırma görevlisi olarak almak aynı şeydir. Gayri ahlaki davranışların nedeni, amacı sorgulanmaz. Ahlaksızlık her zaman ahlaksızlıktır.

Eğer rektör bir grubun, yapının üyesi olduğu için rektör olmuşsa, kendisini oraya taşıyan zihniyete hizmet eder. Dekan atarken aynı algı, öğretim üyesi alırken aynı tezgâh kurulur. Böylece terazinin dengesi bozulduğu için diğer süreçler de kontrolden çıkmaya başlar. Sosyal sistemlerde ilk hatanın yapılmaması, ilk kıvılcımın çakılmaması gerekir. Sahte raporla oğlunuzu askerden muaf yaparsanız, başkaları da bu süreci çalıştırmaya başlar. Siz vergi kaçırırsanız, çevrenizde de vergi kaçırma yaygın hale gelir. Bakan, akrabalarını bakanlığa almaya başlarsa, öğretim üyesi de üniversiteye kızını, oğlunu, yeğenini almaya başlar. Batı ülkelerinde insanların trafik kurallarına uyduğunu, vergi kaçırmadığını görürsünüz. Bu durumun en önemli nedeni; kurallar, ilkeler ve yasalar herkese eşit bir şekilde uygulanır. Trafik cezası alan kişi polise, “Sen benim kim olduğumu biliyor musun? Sicil numaranı ver…” diyemez. Dediği anda toplumsal tepki ve yaptırım devreye girer.

Sonuç olarak toplumsal yapı etik ilkelerin ve kanunların istikrarlı bir şekilde uygulanmasıyla yaşam alanı bulur. Hiçbir sınıfa, zümreye ya da aileye ayrıcalık tanınmaz. Milletvekili dokunulmazlığı hukuk devleti ilkeleriyle çelişir. Milletvekillerinin sadece kürsü dokunulmazlığı olabilir. Onun dışındaki her hak ve imtiyaz, ayrıcalıklı bir sınıf yaratır.

Bir toplumu yıkmak, etkisiz hale getirmek, çatışmayı ve ayrımcılığı harekete geçirmenin en kolay yolu toplumdaki güveni, eşitliği ve adaleti etkisiz hale getirmektir. Toplumda mutlu bir azınlık yaratmak, beşik ulemasına yaşam alanı sunmaktır. Asker çocuklarına askeri okullarda kontenjan vermek, polis çocuklarına polis okullarında kontenjan vermek doğru değildir. Polis ya da asker alırken sınav yapılır. En iyisi, en yetkin olan sınavı kazanır. Bu çocuğun babası bir köyde çoban, bir fabrikada işçi olabilir. Hiç sorun değil. Devlet layık olana, liyakatli olana forma verir. Bilgi ve beceri düzeyi düşük insanlarla takım kurmak, kamunun ve özel sektörün stratejik noktalarına atama yapmak, kendi idam fermanını yazmaktan başka bir şey değildir.