Türkiye, 1974’te Batı dünyasının bütün engellemelerine, uyarılarına hatta tehditlerine rağmen Kıbrıs Barış Harekâtını gerçekleştirir. Adadaki Türk varlığının canı, kanı, malı, namusu güvence altına alınır. Okullarda her sabah “Varlığım, Türk varlığına armağan olsun!.” diye and içerek büyüyen Türk çocuğu Mehmetçik olmuş ve Kıbrıs’taki soydaşlarını, kardeşlerini korumak için -yeminin gereği olarak- varlığını ortaya koymuştur. Viyana’da başlayan ricata (çekilme), Sakarya’da bir son veren Anadolu Türklüğü, Kıbrıs harekâtı ile ilerlemeye başlamıştır. Hem de kime karşı? İki buçuk asırdır mağlup olup durduğu Batılılara karşı!..
 
Batılı devletler -özellikle de Amerika- Türkiye’ye posta koymuşken, Türk Silahlı Kuvvetlerinin Kıbrıs’a çıkması, üstüne üstlük birkaç gün içinde adanın neredeyse yarısını ele geçirmesi Batı dünyası için sarsıcı (shock/şo:k) bir gelişmedir. Bu sarsıntıyı (shock/şo:k) üzerlerinden atan Batılılar, zaman geçirmeden harekete geçerler. Batı dünyasının refahı ve mutluluğu için Türkiye’nin tekrar kendi kabuğuna çekilmesi gerekmektedir. Batılı ajanlar zaten bölgededir. Söz gelimi William Eagletoon adlı bir Amerikalı 1960’lardan beri Ortadoğu’da dolaşıp durmaktadır. ABD’nin -sözde- Kürt uzmanıdır. Molla Mustafa Barzani ve KDP ile oldukça yakın ilişkileri vardır. “Mahabat Kürt Cumhuriyeti” vb. kitaplar da yazmıştır. Tarihteki ilk ve tek Kürt devleti olan Mahabat Kürt Cumhuriyeti’nin, İran’da kurulduğunu ve topu topu 11 ay kadar yaşadığını da hatırlatalım bu arada. Anlaşılacağı üzere bölgede un vardır, şeker vardır, su vardır. İş, helva yapmaya kalmıştır. Peki, mevta kim olacaktır? Tabi ki de Anadolu insanı!..
 
PKK’nın ayak sesleri yahut ilk kongresi 1978’dedir. Yayın organı Serxwebun’da örgütün emelleri, dünya görüşü yazılıp çizilmeye başlar. “PKK, parçalanan Kuzey Kürdistan’a önderlik yapacaktır” falan filan. Türkiye’nin, Doğu Akdeniz’e ve Ortadoğu’ya yönelik emelleri zaten bilinmektedir. Çünkü Osmanlı Mebusan Meclisinin aldığı -vasiyet niteliğindeki- son karar yani misak-ı millî sınırları ortada durmaktadır. Türkiye ‘mutlaka’ durdurulmalıdır. Da nasıl? Burada devreye Devrimci Doğu Kültür Ocakları, sonrasında PKK gibi -sözde özgürlük savaşçısı- taşeron örgütler devreye girer. Gayri nizami harp yani kural dışı savaş tekniklerinin ete-kemiğe bürünmüş halidir bu örgütler. Burada şu soru akıllara takılabilir, takılmalıdır da: PKK türü bir örgüt niçin daha önce yoktur? Ya da 1974’den sonra Batı, Türkiye’yi oyalayacak bir oyuncak mı atmıştır ortaya? Uzaktan kumandalı olanından!..
 
Batılılar, Türkiye’nin yumuşak karnını bulmuştur. Ya da bulduğunu sanmıştır: Güneydoğu!.. Türkiye, darbeyi bu bölgeden alacağını zaten çok iyi bilmektedir. Haliyle mekik çekmek, karın kaslarını geliştirmek için harekete geçilir. Bu idmanların (antrenman) ilki GAP projesidir. Proje, 1970’li yıllarda masaya gelir. 1983’te Atatürk Barajının temelleri atılır. -Sözde- dost Batılı ülkeler ve -sözde- din kardeşimiz olan komşu ülkeler kabız olmuşçasına ıkınıp-sıkınmaya başlarlar. Ve 1984’te PKK silahlı eylemlere başlar. Eruh ve Şemdinli’de eş zamanlı olarak iki eylem gerçekleştirir. İşçisinden, çiftçisine; cahilinden, entel-danteline kadar birçok insan “bunlar da nereden çıktı” der. Ama devrin başbakanı Turgut Özal’ın ağzından çıkan “üç beş çapulcu” sözleri bir aymazlık anıtı olarak hafızalara kazınır. Yıllar yılı yazılıp çizilen “su savaşları” konulu senaryolar da cabası… Öyle ya “Su akar, Türk bakar.” diye alay eden Araplar bakınıp kalmışlardır son tahlilde.
 
Türkiye, bir âlemdir dostlar. Dün bir tarafta Marksçılar, Leninciler, Enver Hocacılar, Maocular derken Apocular; bir tarafta Humeyniciler, Vahhabiciler şunlar-bunlar at koşturmuştur bu güzel ülkede. Bunların karşısına da “yerli” olan, olması gereken zevatı koyabilirsiniz. Yalnız bu yerliler de evlere şenlik tavırlar sergilemişlerdir. Şöyle ki, kimileri çıkıp Demirelciyim, Ecevitçiyim, Erbakancıyım, Türkeşçiyim demiştir. Kimileri hacı-hoca, cemaat-tarikat peşinde koşmuştur. Şimdilerde de Tayyip modası esmektedir malûmunuz. Peki ama sözü edilen şahıslar necidir? Bu soruya yanıt veremiyorsanız; şu’cu, bu’cu olun(a)mayacağını, olunmaması gerektiğini de anlarsınız. Çünkü insan, insanın kulu kölesi, güdülecek koyunu değildir. Olmamalıdır da!.. Olunsa olunsa ‘dava’cı olunur. O halde Türkiye’mizde, Türk irfanının (culture/kültür) taşıyıcısı olan Türk dili ve İslâm dini merkezli bir ‘var oluş’ davası güdülmelidir. Gelenek, geleceğe bağlanmalı; tarih birliği, ülkü (mefkûre, ideal) birliğine dönüştürülmelidir. Ayrıca geleceği, ortak çıkarlara bağlayan görüşü fazla maddiyatçı (materialist) bulduğumuzu da belirtmek durumundayız. Çünkü biz, iyi günde bir arada bulunan insanların, kötü günde de bir ve beraber olmaları gerektiğine inanıyoruz.
 
Bugün ülkemizin güneydoğusunda -kimilerinin- kangrene dönüştürmeye çabaladığı bir yara, bir çetrefil sorun olduğu inkâr edilemez. Peki, sorun nereden çıkmıştır? Sorunu çıkaranlar kimlerdir? Ne yapmışlardır? Sorun, bölgeler arası eğitim ve kalkınmışlık düzeyindeki dengesizlikten çıkmıştır. Türkiye’nin sorunlarını tespit edecek, teşhis edecek, tahlil ve tedavi edecek olan aydınlar ise bu millî meseleden uzak durmuşlardır. Yakın duranlar da “Türkiye, mozaiktir.” diye diye taşları yerinden oynatmışlardır. Alın ‘Kürt’ taşı; birileri eline almış, sökmeye çalışmaktadır. Geride Abhaz, Arnavut, Boşnak, Çerkez, Gürcü, Laz, Tatar, Türkmen, Zaza taşları vardır. Türkmen deyince, bıyık altından gülüp; “Olur mu canım öyle şey?” diyenler de çıkabilir elbette. Ama şer odaklarının, yüzyıllardır ötekileşen/ötekileştirilen; Alevî ve/veya Kızılbaş gibi adlarla anılan Türkmen (Oğuz/Ogur) kardeşlerimizi rahat bırakacağını düşünmek de en hafif tabirle safdillik olacaktır. Haliyle Türk irfanını (culture/kültür) oluşturan bu alt birimlerden herhangi birinin ayrılmasına izin verirseniz, diğerlerini nasıl tutacaksınız? O zaman ‘mozaik’ saçmalıklarını, aymazlıklarını bir tarafa bırakıp; olsa olsa ebru olan, çınar olan Türk varlığını koruyup-kollama, yaşatma tepkisini (refleks) göstermek zorundasınız.
 
Gelelim, bizim Gurmançlara yani Kürtlere… Gurmançlar (Kürt) da artık Gurmanç gibi düşünmeli, Gurmanç gibi hissetmelidir. APO’nun, PKK’nın bunların da ötesinde perdenin gerisindeki suflörlerin ağzı ile konuşmak, onların emri (directive) ile hareket etmek ülke için özellikle de bölge için felâketlere yol açmaktadır. İki dillilik, ana dilde eğitim gibi kültürel hakların/ayrıcalıkların özerkliğe (otonomi); özerkliğin, bağımsızlığa gitmeyeceğinin güvencesi (garanti) var mıdır? Türkiye, bölünüp; güneydoğu, Kürdistan yapılsa bile Kürtlerin (Gur-man-ç) 2/3’si batıda yaşarken, kız alıp-vermişken, kundaktaki bebekler ne olacaktır? Yine sayısal verilere (istatistik) göre Kürt (Gur-man-ç) ailelerin 2/3’sinin, Türkmen (Oğuz/O-gur) ailelerle akraba oldukları gerçeğini de düşünürseniz?!. Dahası bu meseleye Rus baskısından bunalıp, Anadolu’ya gelen Abhazları; kökenleri Kafkasya’ya dayanan Arnavutları; Avarlarla akraba olan Boşnakları; Ruslardan canını zor kurtarmış olan Çerkezleri, Ruslarla yıldızı barışmayan bir başka kardeş topluluk, Gürcüleri; Kuman/Kıpçakların torunları olan Lazları; Alp Er Tunga’nın küçük oğlu Za’nın çocukları olan Zazaları; Kırım’dan, Kazan’a asırlarca hüküm süren Tatarları… kısacası ülkemizde yaşayan bütün (bilumum) Türk/Turan topluluklarını da eklemelisiniz.
                                                                                
İstanbul-Bağdat da denilen, Hicaz Demiryolu projesini duymuşluğunuz vardır mutlaka. Osmanlı Türkiye’sinin saygınlık (prestij) projesi olan bu girişim, -taraf olan- Almanlarla -rahatsız olan- İngilizlerin de nüfuz mücadelesine sahne olmuştur aynı zamanda. Sonuçta Osmanlı, Ortadoğu’yu kaybetmiştir. Şimdi sırada İstanbul’dan başlayıp tesbih taneleri gibi sıralanmış olan Türk Cumhuriyetlerinden geçerek Pekin’de son bulacak olan İpek Yolu projesi gündemdedir. Bu projeyle İstanbul’un, bir imame gibi taneleri bir araya toplama olasılığı en büyük gayemizdir. Öte yandan, Doğu Anadolu ve Kafkasların kaybedilme tehlikesi ise en büyük kaygımız...  Gayemizin gerçek olması, kaygımızın yersiz çıkması için diplomasi dehası bir Sultan Abdülhamit’e; işlerin kötü gitmesi halinde ise bir Gâzi Mustafa Kemal’e ihtiyacımız vardır. Tabi ilk önce, ünlü ozanlarımızdan Ahmet Arif’in deyimiyle “kavim kardaş tavukları birbirine karışan bu halkı” bir arada tutan özü, cevheri, değerleri korumaya devam etmeliyiz. Bir başka deyişle, hep birlikte ‘Türkiye’ olmalıyız.
 
Daha ne diyelim ki: Yüce Tanrı, milletimizi korusun ve yüceltsin!.
 
 
Aziz Dolu Atabey

https://azizdolu.wordpress.com/