Mevlit geleneği denildiğinde akla ilk gelen kişi 1154-1232 yılları arasında yaşamış olan Ebû Saîd Muzafferüddin Gökbörü’dür kuşkusuz. Soyu, Oğuz Türklerine dayanan Gökbörü; Oğuzların (Türkmen) Beytigin sülâlesindendir. Eşi Râbia Hâtun, ünlü komutan (kumandan) Selâhaddin Eyyûbî’nin kız kardeşidir. Gökbörü’nün adı “gökkurt” anlamına gelmektedir. Önceleri Şanlıurfa, Harran, Samsat gibi yerleşim birimlerinde beylik süren Gökbörü, 1190 yılında Erbil Atabeyi olmuş ve Selçuklular adına bölgeyi yönetmiştir.

Atabey Gökbörü, Haçlılara karşı verilen mücadelelerin simge isimlerinden biri olarak da öne çıkmıştır. Kudüs Haçlı Krallığının sonunu getiren 1187’deki Hıttîn Savaşlarında büyük yararlılık göstermiştir. Bu zaferden iki yıl sonra, Akka’nın fethinde de önde gelen komutanlardan biridir.

Atabey Gökbörü, ünlü bir komutan olduğu kadar iyi bir yöneticidir de aynı zamanda. Erbil’i, devrinin en önemli çekim (cazibe) merkezlerinden biri yapmıştır. Onun zamanında medrese, hastane, han, hamam, tekke gibi halka hizmet veren kurum ve kuruluşlar birbiri ardına açılarak Erbil bir huzur ve barış kenti hâline getirilmiştir. İlim meclislerine katılmaktan zevk alan, meşverete önem veren bir devlet adamıdır. Parasız kalan yolculara para yardımından tutun da, annesiz bebeklere sütanne tutulmasına kadar akla-hayâle gelmeyecek hayır işleri, Gökbörü’nün himmetiyle hayata geçirilmiştir. Mekke ve Medine’de gariban hacılara cep harçlığı dağıtmak; Arafat’a, -tarihte ilk defa- su getirtmek gibi iyilikler, güzellikler (hayır, hasenat) de cabası!.. Öyle ki, yardıma muhtaç Hıristiyanlar bile Gökbörü’nün ihsanlarının muhatabı olmuştur.

Gökbörü’nün, İslâm tarihindeki bir başka önemli icraatı ise ilkini 1208 yılında düzenlediği ünlü mevlit törenleridir. Bildiğiniz gibi Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey 1055’te Bağdat’ı alarak Şiî Büveyhoğulları Devleti’ne son verip, Abbâsî halîfesini kurtarmış akabinde Mısır ve Sudan taraflarında hüküm süren Şiî Fâtimî Devleti ile dinî ve siyasî bir mücadeleye girişmiştir. Selçukluların İsfahan, Nişabur, Belh, Herat, Musul, Bağdat, Basra gibi şehirlerde kurdukları Nizâmiye Medreseleri hem devletin ihtiyaç duyduğu kadroların yetişmesi hem de ehl-i sünnet inancının yaygınlaşması açısından büyük öneme haizdir. Yüz yıldan fazla süren bu mücadelenin sonunda, Avşar Türkmen’i ve dahi Anadolu Selçuklu Sultanı 1. Mesut’un damadı olan dahası adaletli yönetimi ve Haçlılara karşı verdiği amansız mücadele ile ün yapan Musul-Halep Atabeyi Nureddin Zengi’nin emri ile harekete geçen Türk Ordusu 1171 yılında Selâhaddin Eyyûbî’nin sevk ve idaresinde Kahire’ye girmiş, zaman zaman Haçlılarla da işbirliği yapmaktan geri durmayan Fâtimîlerin hâkimiyetine son vermiştir. Burada, Fâtimîler tarafından düzenlenen mevlit törenlerini gören; toplumsal birlik ve tanıtım (propaganda) açısından önemini kavrayan Gökbörü söz konusu törenlerin bir benzerini çok daha gösterişli ve uzun sürelerle Erbil’de de düzenlemeye başlamıştır. Önceleri sadece Türkmenlerin (Oğuz/Ogur) kutladığı/düzenlediği mevlit, zamanla Kıpçaklar (Tatar), Çerkezler, Kürtler (Guranî, Gurmanç), Gurlar, Uygurlar diye giden diğer Türk Boyları arasında da hızla yayılmış hatta Arap, Arnavut, Boşnak, Farisî gibi diğer Müslüman topluluklara da Türklerden geçmiştir.

Osmanlı Türkiye’sinde bilinen ilk mevlit, Süleyman Çelebi’nin 1409 yılında yazdığı “Vesîletü’n-Necât” adlı eserdir. Yıldırım Bâyezid Hân’ın dîvan imamı olan Süleyman Çelebi aynı zamanda Bursa Ulu Camisi’nin de imamlığını yapan, devrin önde gelen din adamlarından biridir. Osmanlı ülkesinde birçok mevlit yazıldığı hâlde hiçbiri Süleyman Çelebi’nin mevlid-i şerifi kadar meşhur olmamıştır. Yazılan mevlitlerin sayısının yüze yakın olduğu ifâde edilmektedir.

Osmanlı Devleti de tıpkı kendisinden önceki Türk devletlerinde olduğu gibi mevlit geleneğine büyük önem vermiştir. Önceleri birbirinden bağımsız etkinlikler şeklinde yaşatılan bu gelenek 1590 yılında resmî devlet töreni hüviyeti de kazanarak Ayasofya’dan, Sultanahmet Meydanı’na doğru bir seyir ve gelişim izlemiştir. Sonraki yıllarda ise Eyüp Sultan’dan başlayarak bütün camilere, meydanlara yayıldığını söyleyebiliriz. Osmanlılar bununla da yetinmemiş, Sultan II. Mahmut döneminden itibaren Mekke’de de resmî bir mevlit töreni tertip ettirmeye başlamışlardır. Mekke’de mevlit töreni açılımı, Azerbaycan-İran-Afganistan hattında kurulan ve dinî, siyasî, ticarî diye giden nedenlerden ötürü Osmanlı ile rekabet halinde olan Türkmen Devleti’nin varlığı ile de ilintilidir şüphesiz. Zira bu bölgede birbiri ardına iktidara gelen Türkmen Hanedanlıkları bir yandan Doğu Anadolu ve Irak’ın kuzeyi ile ilgilenirken, diğer yandan Arabistan Yarımadası’nın kuzeydoğu kıyılarına rahatlıkla sokulabilmektedir. O yıllarda dışta, Rusya ve Avusturya ile sorunlar yaşayan; içte ise Mısır Hidivi Mehmet Ali Paşa ve Balkanlarda, Sırplarla uğraşmak zorunda kalan dahası 3. Selim’in ölümüyle yarım kalan yenileşme (ıslahat) hareketlerini tekrar başlatan 2. Mahmut’un, ülkesindeki Müslümanları bir arada tutmak istemesi gayet doğaldır. 1910 yılına gelindiğinde ise mevlit yani peygamberimizin doğum günü, Devlet-i Aliyye’nin (Büyük Devlet) resmî bayramı olarak kabul edilmiştir. Osmanlı’da, gösterişli mevlit alayları devletin son günlerine kadar yaşatılan bir gelenek olagelmiştir.

“Mevlit okutma” törenleri, Türk Dünyası’nda hâlâ yaşayan, yaşatılan bir gelenek olarak millî ve manevî değerlerimizin en başta gelenlerindendir. Doğumda, ölümde, düğünde, bayramda, adakta, yemekte kısacası (velhâsıl) birçok yerde, birçok nedenle mevlit okutulmaktadır. Mevlit törenleri, millî birlik ve kardeşlik harcının daha bir sağlam, daha bir kavi olmasına katkı sunmaya devam etmektedir. Bu törenler, Türk Milleti’nin, “Son Peygamber”e olan sevgisinin, saygısının genlere işlemiş hâli, tezahürüdür. Sekiz asırdır devam eden bu kutlu geleneğin sonsuza kadar sürmesi, sürdürülmesi beklentisi (temenni) ile... Yüce Tanrı; mevlit okuyan, okutan ve dinleyenlerden râzı olsun.

Aziz Dolu Atabey

Türkoloji..

http://www.facebook.com/groups/azizdolu/